Ankara Barosu Basın Açıklaması 16.3.2007

Devlet-toplum ilişkilerinin karşılıklı bağımlılık açısından görülmesi ile ilgili analitik bir kavram olan sivil toplum; devlet açısından bakıldığında, devletin toplumdan ayrı olduğunu, onun özerkliğinin niteliğini, derecesini ve sonuçlarını: toplum açısından bakıldığında ise, kendine özgü gelişme dinamiği veya ilkesi, yerleşik karar-alma ve sorun-çözme yöntemleri anlamında kurumlaşmış yapıları bulunan, devletten bağımsız bir toplumsal alanının var olma olanağını araştırır.

Literatürde, John Locke’dan Thomas Hobbes’a, İskoç aydınlanmasını sürükleyen Adam Ferguson, David Hume ve Adam Smith’den Hegel ile Marx’a, De Tocqueville’den  Gramsci’ye ve hatta günümüzde Habermas’a kadar uzanan süreçte, sivil toplum kavramının anlaşılma ve tanımlanma biçimi çok farklı olmakla birlikte, sivil toplum; devlet gücünün ve muhalefetin meşruluğunun kaynağı ile siyasal iktidarın iktidar gücünü kötüye kullanmasına, despotizme ve totalitarizme karşı en etkili güvence, demokrasinin gelişmesine ve yerleşmesine katkı yapan, devletin bir tür varlık olarak değil de, kendisinin bir türevi ve organı olarak anlaşılmasının felsefi zeminini oluşturan, devletten nispeten bağımsız, kendine özgü gelişme ilkelerine ve kurumsal yapılara sahip bulunan bir varlık alanıdır.

Bu varlık alanın dirik kalabilmesi, demokrasinin ve demokratik kültürün gelişmesine ve yerleşmesine katkı yapabilmesi, ancak, sivil toplum içinden ortaya çıkan, devletin merkezi ve yerel nitelikteki yönetim aygıtının dışında kalan, siyasi partilerin aksine iktidarı ele geçirmek için yarışmayan, sadece toplumsal nitelikteki kimi belirli amaçlar ile üyelerinin haklarını korumak için ve gönüllülük temeli üzerine kurulan, devletten bağımsız ve özerk aracı yapıların, diğer bir deyişle hükümet dışı kuruluşların veya ülkemizde isimlendirilen biçimiyle sivil toplum kuruluşlarının varlığını, sadece varlığını değil bu kuruluşların işlevsel olmasını gerektirir. Esasen demokrasi, sivil toplum kuruluşlarını korumanın en pratik yöntemi, sivil toplum kuruluşları  ise bizatihi demokrasinin koruyucusudurlar.

Gelişmiş ve gelişmekte olan toplumlarda mevcut bulunan sivil toplum kuruluşları, belli çıkarları korumak ya da geliştirmek amacıyla kurulmuş bulunan kooperatifler, dernekler  veya  meslek kuruluşları ya da aile, dini kurumlar ve toplumdaki diğer  yapılanmalar gibi, kişilerin pek aziz saydıkları değerler ve kimlikler ile ilişkili olan kurumlardır.

Sivil toplum kuruluşları, bireyleri, modernleşmenin bedeli olan yabancılaşmadan, kimliklerini ve aidiyetlerini yitirmekten koruduğu gibi, siyasi iktidarın bireylerle arasındaki ilgiyi sürdürmesini ve bunun korunmasını sağlar.

Sivil toplum kuruluşları, otoriter ve totaliter rejimlerden çok farklı olarak, siyasal demokrasinin gelişmesine ve yerleşmesine olanak sağlayan toplumsal zeminlerdir. Esasen totaliter düzenler, sivil toplum kuruluşlarının görece bağımsızlığına dahi tahammül edemedikleri gibi, bu kurumların denetimini, sayılarının en aza indirilmesini, idarenin bütünlüğüne dahil edilmesini isterler.

Diğer taraftan ve her ne kadar, özgür ve adil seçimler, demokrasinin vazgeçilmez koşulu ise de, demokrasi, sadece özgür ve adil seçimlerden ibaret bir kurum ve kavram değildir. Bu bağlamda, yurttaşların en geniş anlamıyla siyasal meseleler hakkında, ciddi bir ceza tehdidi altında olmaksızın, rejimin, sosyo-ekonomik düzenin ve yürürlükte bulunan iktidarın eleştirisi de dahil olmak üzere, kendi düşüncelerini ifade edebilme hakkına sahip olmaları, yani ifade özgürlüğü ve yine her bir bireyin içinde bulunduğu toplulukla, ülkesi, çevresi ve kendisiyle ilgili toplumsal ve siyasal kararların oluşmasında etkili olabileceği siyasi partiler ve diğer menfaat grupları dahil olmak üzere, görece özerk kuruluşları ve örgütleri kurma hakkına sahip bulunmaları, yani örgütlenme özgürlüğü demokrasinin varlığı için gerekli olan asgari usullerdir.

Temeli düşünce özgürlüğüne dayanan örgütlenme özgürlüğü, bireyin düşüncelerini hiçbir korkuya kapılmadan ve engellemeyle karşılaşmadan ifade edebilme, yayabilme, bu amaçla dernek kurabilme, gerektiğinde toplantı ve gösteri yürüyüşü yapabilme, başkalarıyla iletişim kurabilme, hemen her konuda, ama özellikle kamusal konularda bilgi alabilme ve başkalarını bilgilendirme hak ve özgürlüklerini içerir.

Demokratik bir toplumda, devletin temel işlevi ve görevi, her bir bireyin, başta ifade ve örgütlenme özgürlüğü olmak üzere diğer bütün temel hak ve özgürlükleri sadece tanımakla sınırlı olmayıp, bu hak ve özgürlüklerin önündeki engelleri kaldırmak ve böylece bu hak ve özgürlüklerin kullanılmasının gelişmesini ve yaygınlaşmasını sağlamaktır.

Bütün bu nedenlerle, örgütlenme/dernek kurma özgürlüğü, sadece Anayasamızın 33.maddesi ile ve ulusal düzeyde değil, Anayasamızın 90.maddesinde yapılan son değişiklikle birlikte iç hukukumuzun parçası haline gelen İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin 20. maddesi, Uluslararası Medeni ve Siyasi Haklar Sözleşmesi’nin 22.maddesi, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 11.maddesi ile uluslararası düzeyde koruma altındadır.

Temel bir insan hakkı olan, gerek Anayasamız, gerekse tarafı olmakla ülkemiz yönünden bağlayıcılığı bulunan uluslararası sözleşmelerle tanınan ve koruma altına alınan örgütlenme/dernek kurma hakkının, yargıç ve savcılarımız yönünden de, hem ulusal hukuk ve hem de uluslararası hukuk bağlamında işlerliği ve işlevselliği olan bir hak olduğu açıktır.

Nitekim Birleşmiş Milletler Genel Kurulu tarafından 13 Aralık 1985 tarih, 40/146 sayılı kararla kabul edilen Türkiye’nin de taraf olduğu Birleşmiş Milletler Yargı Bağımsızlığı Temel İlkeleri ile Adalet Bakanlığı Avrupa Birliği Genel Müdürlüğü tarafından 2004 yılında yayınlanan metinde bu hakkın varlığı … İnsan Hakları Evrensel Bildirisi’ne uygun olarak, diğer vatandaşlara olduğu gibi yargı organı mensuplarına da ifade, inanç, örgütlenme ve toplanma hakkı tanınır; ancak yargıçlar bu haklarını kullanırken, her zaman görevlerinin itibarını ve yargının tarafsızlığını ve bağımsızlığını koruyacak tarzda hareket ederler. Yargıçlar, kendi menfaatlerini savunmak, mesleki eğitimlerini geliştirmek ve yargı bağımsızlığını korumak için yargıçlardan oluşan örgütler kurabilirler, bu örgütlere ve diğer kuruluşlara üye olabilirler.’ denilmek suretiyle tanındığı gibi; yine Kasım 2006 tarihli Avrupa Birliği-Türkiye İlerleme Raporu’nda da bu hususa; Hakimler ve Savcılar Birliği (YARSAV) 26 Haziran 2006 tarihinde 501 yargıç ve savcı tarafından kurulmuştur. YARSAV’ın üyeleri çoğunlukla Yargıtay ve Danıştay üyeleri ve Ankara ve İstanbul’da görev yapan yargıç ve
savcılardan oluşmaktadır. YARSAV’ın temel hedefleri, yargı bağımsızlığını, tarafsızlığını, görev süresiyle ilgili hakimlik ve savcılık güvencesini ve yansıra meslek kurallarıyla etiğini korumaktır.’ sözleriyle yer verilmiştir.

Hemen işaret etmek gerekir ki, yargıç ve savcıların örgütlenme haklarının tanınması ve bu hakka işlerlik kazandırılması amacıyla yargıç ve savcıların dernek kurmaları ülkemiz yönünden çok geç kalınmış bir gelişmedir. Şöyle ki, merkezi Roma’da olan ;Uluslararası(Dünya)Yargıçlar Birliği (IAJ)’ 1953 yılında kurulmuş olup, bu birliğin Afrika ülkeleri (AFR), Kuzey Amerika, Asya ve Okyanusya ülkeleri (ANAO), Güney Amerika Ülkeleri (IBA), Avrupa ülkeleri (EAJ) temelinde örgütlenmiş olan dört ayrı bölgesel kolu mevcut ve faal olduğu gibi, başta Amerika Birleşik Devletleri olmak üzere, başkaca ülkelerde esasen yargıç ve savcılar mesleklerini icra edebilmek için görev yaptıkları yer Barosuna üye olmak zorundadırlar.

Uluslararası (Dünya) Yargıçlar Birliği’ne (IAJ), Bulgaristan, Ermenistan, Kazakistan, Moğolistan, Ukrayna ve Venezüella’nın henüz aranılan koşulları sağlayamadıkları için gözlemci üye olarak kabul edildikleri, Rusya’nın yaptığı iki ayrı başvurunun ret edildiği, IAJ’ın Avrupa seksiyonu olan Avrupa Yargıçlar Birliği’ne (EAJ) Avrupa Birliği’ne üye ve üyeliği talip 46 ülkenin üye olduğu, üye olmayan ülkelerin Andora, Arnavutluk, Azerbaycan ve Türkiye’den ibaret bulunduğu dikkate alındığında, ülkemizin bu konudaki durumunun ne kadar üzücü olduğu sanırız daha iyi anlaşılacaktır.

Aynı şekilde Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Komisyonu tarafından 23 Nisan 2003 tarih, 2003/43 sayılı kararla kabul edilen ve Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulunca da 27 Haziran 2006 tarih, 315 sayılı kararla benimsenen Bangolar Yargı Etiği İlkeleri’nin ;Yargıçlar, diğer vatandaşlar gibi ifade, inanç, dernek kurma ve toplanma özgürlüğüne sahiptirler ….. Yargıç, yargıçlarla ilgili derneklere katılabilir veya böyle bir dernek kurabilir ya da yargıçların çıkarlarını temsil eden diğer örgütlere katılabilir’ hükmünü içeren 4.6 ve 4.13.maddeleri ile yine ;Yargıçlar, tek başlarına veya başka herhangi bir organ ile birlikte, bağımsızlıklarının ve çıkarlarının korunması amaçlarıyla özgürce dernek kurabilirler’ diyen Yargıçların Rolü, Etkinliği ve Bağımsızlığı’ konulu Avrupa Konseyi Üye Devlet Bakanlar Komitesi’nin (R-94-21) sayılı tavsiye kararına göre de, yargıçlar dernek kurabilecekleri gibi kurulmuş bir derneğe üye olabilirler.

Yine 1990 yılında Havana’da kabul edilen ve ülkemiz yönünden bağlayıcılığı olan ;Savcıların Rolüne Dair Birleşmiş Milletler İlkeleri’nin Savcılar, çıkarlarını korumak, mesleki eğitimlerini yükseltmek, kendi statülerini korumak için mesleki denekler veya örgütler kurmak veya bunlara üye olmakta serbesttirler’ hükmünü içeren 9.maddesi hükmüne göre, savcıların dernek kurmaları veya kurulmuş olan derneklere üye olmaları mümkündür.

Bu bağlamda ve duraksamadan işaret etmek gerekir ki, ülkemizdeki yaygın ve yerleşik kabulün aksine, yargıçlık görevi bir memuriyet görevi değildir. Devletin üç önemli işlevinden birisini oluşturan ve evrensel nitelikteki kuvvetler ayrılığı ilkesinin bir gereği olarak ;yargı’ gücü arasında yer alan yargıçlık, hiyerarşik bir yapıya ve işleyişe sahip bulunan memuriyetten çok daha farklı ve özel bir kamusal statüdür.

Gerek buna, gerekse Anayasamızın ;Hakimler ve savcılar, kanunda belirtilenlerden başka, resmi ve özel hiçbir görev alamazlar’ hükmünü içeren 140/5.maddesine ve yine 2802 Sayılı Hakimler ve Savcılar Yasası’na göre de, yargıç ve savcıların dernek kurmaklarına engel bir yasal düzenleme mevcut değildir. Adalet Teşkilatını Güçlendirme Vakfı’nın gerek kurucularının, gerekse şimdilerdeki yöneticilerinin Adalet Bakanlığı bünyesinde görev yapan yargıçlar ve savcılar olması da bu hususu doğrulamaktadır.

Bütün bu ulusal ve uluslararası düzenlemeler karşısında, en temel insan haklarından olan örgütlenme haklarını kullanarak 26 Haziran 2006 tarihinde Türk yargıç ve savcıları tarafında kurulan ve tüzel kişilik kazanan Türkiye Hakimler ve Savcılar Birliği’ne (YARSAV), başta Avrupa Birliği’ne tam üye olma yönünde çaba gösteren, bu amaçla ülkemiz hukukunu Avrupa Birliği hukukuna ve Kopenhag Kriterlerine uygun hale getirme iddiasında olan Cumhuriyet Hükümeti ve T.C. Adalet Bakanlığı olmak üzere, Baroların, avukatların, TBMM’de ulusu temsil eden tüm milletvekillerinin, ama en başta hukukçu milletvekillerinin destek olmaları ve sahip çıkmaları gerekir.

Hal böyle iken, T.C.Başbakanlık Makamı tarafından TBMM’ne gönderilen;Türkiye Hakimler ve Savcılar Birliği Kanun Tasarısı’ ile ülkemiz yargıç ve savcılarının ilk ve tek kuruluşu olan Yargıçlar ve Savcılar Birliği’nin yasayla kapatılmasının amaçlanmasını Ankara Barosu olarak doğru bulmadığımızı, başta Anayasamız olmak üzere ulusal düzeydeki yasal düzenlemeler ile ülkemiz yönünden de bağlayıcı olan uluslararası düzeydeki sözleşmelere, evrensel nitelikteki ;kazanılmış hak’ ilkesine, örgütlü toplum demek olan demokrasinin özüne aykırı bulduğumuzu, sağlıklı bir sivil toplumun oluşması yönünde elde edilen kazanımlardan geriye doğru, dahası Anayasamızın öngördüğü doğrultuda ;Demokratik bir hukuk devleti’ yerine ;kanun devleti’ oluşturma yönünde atılmış bir adım olarak gördüğümüzü ifade eder, sivil topluma ve sivil toplum kuruluşlarına yönelik yasayla darbe yolunun başlangıç noktası olacak olan anılan yasa taslağına karşı tüm Barolar ile sivil toplum kuruluşlarını etkin tavır almaya ve bu konuda kamuoyu yaratmaya davet ederiz.

Saygılarımızla.