Ülkemizde uzun zamandır anayasal yargı erkine karşı planlı, kapsamlı ve dozu artan oranda yıpratma, kuşatma ve egemen olma çabaları sürdürülmektedir,24.02.2010

BASIN AÇIKLAMASI

Ülkemizde uzun zamandır anayasal yargı erkine karşı planlı, kapsamlı ve dozu artan oranda yıpratma, kuşatma ve egemen olma çabaları sürdürülmektedir.

Bu çabaların en günceli yargı mensuplarına karşı olanıdır. Bu bağlamda neler yapılmıştır, yapılmaktadır? Bu soruların doğru biçimde yanıtlanması durumunda, hedeflenenin ne olduğunun saptanabileceğine inanıyoruz.

Neler yapılmıştır?

Yargıda da, tüm kurumlarda olduğu gibi, yargıç ve savcı adaylığına alınmada kadrolaşma yürütülmüş, liyakat yerine mensubiyet aranır olmuş, yargıç ve savcıların mesleğe alınırken uygulanan mülakat yöntemi ve mülakat kurulunun yapısı dikkate alındığında bir ölçüde başarılı da olunmuştur.

Anayasanın 138. maddesi hiçe sayılarak yargı kararlarına karşı hakarete varan ve bu kararları yok sayan bir anlayış ve tutum sergilenmiş, her mahkeme kararı bir kriz yakıştırmasına dönüştürülmüştür.

Anımsayınız, kapatma davası kapatma krizine, Sincan Ağır Ceza Mahkemesince verilen kararlar Sincan krizine, Danıştay’ın üst hukuk normlarına uygun olarak verdiği kararlar katsayı krizine dönüştürülüp kamuoyuna sunularak yargı kararları ve yargıçlar hedef gösterilmiş, adeta lince çağrı niteliğinde açıklamalar yapılmıştır.

Son olarak da yasadışı cemaat yapılanmalarının üzerine giden ve yasal soruşturma yürüten Erzincan Cumhuriyet Başsavcısı, yürüttüğü soruşturma sırasında yürütme organı temsilcisi bakanlar ve bakanlık görevlileri tarafından engellenmeye, bakanlık müfettişleri yoluyla yıldırılmaya çalışılmış, bununla da yetinilmemiş, daha önce yargıç ve savcıların yasadışı dinlenmeleri ile hazırlık hareketleri sürdürülen bir süreç, giderek tırmandırılan bir hukuksuzluk ile açığa çıkmış, süreç, bu hukuksuz girişimde bulunanlar ve onların arkasındaki odaklar bakımından tam bir suçüstü hali ile –hiç değilse şimdilik- tamamlanmıştır.

Erzincan Başsavcısı bu sürecin sonunda cezaevine konulmuştur. Yüksek Kurulun, anayasal görevini ifa ederken, bu tasarrufun gerekçesi olarak ortaya koyulduğu üzere, soruşturmayı yürütenlerin yetkisiz olmalarına ve yetki tecavüzü suretiyle yapılan tüm işlemlerin hükümsüz olduğunun saptanmasına karşın halen de cezaevindedir. Süreçte, yargıç güvencesi onulmaz biçimde zedelenmiştir. Onaylayıcı olmayan yargının nasıl cezalandırılacağının bir provası yapılmış, Yüksek Kurulun yetki gasbına “dur” ihtarı ise adeta duymazlıktan gelinerek, tümden yetkisiz kişilerce alınan bir karar ile dosya apar topar İstanbul’a gönderilmiştir.

YARSAV olarak soruyoruz: Bu, tarafsızlığın ihlali, yargının oturmuş tüm geleneklerinin görmezlikten gelinerek, ikrar da edildiği üzere, alelacele dosyayı başından atmak değil midir? Bu hukuksuzluğu yaratanlar madem kendilerini şu ya da bu nedenle yetkili görüyorlardı, İstanbul C.Başsavcılığı’nın yetkisizlik kararından öğrenildiği üzere delillerin tam olarak toplanmamış olmasına karşın takındıkları bu tutumu hangi yargı etiği ile açıklayabilirler? Bu işlem, şimdilerde birilerince modası geçmiş, bir anlayışın temsilcileri olarak tanımlanmaya çalışılan eski saygın hukukçuların deyimiyle “ihkak-ı haktan bizzat istinkaf etmek” değil midir? Bu nasıl bir bağımsızlık ve tarafsızlık anlayışıdır? Yöntem kalıplarını zorlamanın ve usulsüzlüğün kural-gelenek tanımamanın adı ne zamandan beri bağımsızlık ve tarafsızlık olmuştur?

2008 yılında İstanbul’da görevli özel yetkili savcıların yargıç ve savcı soruşturmasında yetkili olmadıklarını belirtmelerine karşın Adalet Bakanlığı tarafından verilen hukuka aykırı emrin uygulanması hukuk devletinde izah edilemez bir ihlaldir. 2802 sayılı Yasanın 85. maddesinin görmezden gelinmesi hürriyeti tahdit iradesinin de göstergesidir. Tutuklanması için makul kuşkunun bulunup bulunmadığı tartışmalı bir il başsavcısının tutuklu kaldığı sürenin azlığından bahisle tutukluluğa yapılan itirazı reddedilmiştir. YARSAV olarak ilk kez ifade etmiyoruz: Hukuk devletinde tutuklama bir önlemdir ve asla ceza niteliğine bürünmemelidir. Tutukluluğun devamında sürenin azlığına değinilmesi ise sadece ve sadece tutuklamanın bir ceza olarak kabul edildiğine delalet edebilir.

“Yargı yargıya bırakılmayacak kadar önemlidir” diyenlerin birden bire YARSAV’ın söylemi olan “yargı yargıya bırakılmalıdır” ı taklit etmeye ve “yargının emrini yerine getirmeye çalışıyoruz” demeye başlamaları, yoksa alelacele verilmiş matbu kararlarla TİB’te yapılan dinlemelerin mahkeme marifetiyle saptanmasını engelleme girişiminde olduğu gibi sadece kendilerinin güvenecekleri bir yargı yaratmanın verdiği rahatlıktan mı kaynaklanmaktadır? Terörle mücadele koordinasyon kurulunda HSYK’nun doğal üyesi olan müsteşarın da yer alması ve istihbari görev üstlenmesi yargıç ve savcıların dinlenmekle yetinilmeyip, fişlenmesinin bir altyapısını oluşturma girişimi midir?

Adli kolluğun ısrarla kurulmamasının nedeni, hukuk devleti ve demokrasi için DGM’lerden bile daha tehlikeli olduğu anlaşılan neredeyse sınırsız yetkilerle donatılmış özel yetkili Ağır Ceza Mahkemelerine bir saatli bomba gibi yerleştirilmiş kadrolar eliyle mevcut siyasi iktidara ve onun uzun vadeli siyasi planlarına yandaş alternatif bir yargı organı mı yaratmaktır?

Gizli tanıklarla sistem çökertilmeye mi çalışılmaktadır? Bu yasadışı dinleme ve takipten de daha vahim, hak ve özgürlükler ile anayasal denetimin açık bir ihlalidir. Gizli tanık sistemi anayasaya aykırıdır ve toplum gündemine alınmalıdır.

Yetki gasbı yoluyla masumiyet karinesi ve adil yargılanma hakkı her zamankinden ağır bir biçimde ihlal edilmiştir. Yok hükmünde kabul ettiğimiz tutuklama, teknik tabiriyle bir tedbir değil açıkça bir ceza, hatta daha ileri bir söyleyişle tutsaklık niteliğine bürünmüştür.

Vardığımız sonuç şudur:

Biz bir hukuksuzluk duvarı ile karşı karşıya kaldık. Hatta suçüstü yaptık. Duvara bir tekme attığımızda da arkasından bildik sesler yükseldi: “siz yargıçlar susun, siyaset yapacaksanız cüppenizi çıkartın!” Peki neden yargı ile ilgili bir konuda davayı siz sahiplendiniz, neden taraf oldunuz, siz neden bu suçu üstlendiniz dedik. Tevilli ikrarlarla karşılaştık. Kimi bakanlar “başsavcıyı evet aradık ama baskı için aramadık” dedi, kimisi “evet yargıçları dinledik ama az dinledik” dedi, kimileri “insanları fişledik, pardon deşifre ettik” dedi, kimileri “evet sabahın 5’inde açıklama yaptık ama adil yargılamayı etkilemek için değil, YARSAV’ a cevap verebilmek telaşıyla” dedi. Bir sayın siyasetçi de, “bize karşı olanların kanını tahlil etmek gerekir” şeklinde, nasıl bir diktatoryal özlem içerisinde bulunduklarını açıktan ifşa etmekten kaçınmadı.

Yargıya açıkça müdahale eden siyasiler ile yürütme erkinde yer alan üst düzey bürokratlar özenle kamuoyunun dikkatinde kaçırılırken anayasal yetkisini kullanan yüksek kurulun suçlanması maksatlıdır.

Bir ülkenin demokrasisini geliştirme yolunda geçmişiyle hesaplaşmasına YARSAV olarak bizim bir diyeceğimiz yoktur, aksi taktirde bizi geleceğe taşıyacak deneyimlerden yararlanma olanağını baştan reddetmiş oluruz. Ancak bu yüzleşme ve hesaplaşmanın samimiyet testinden sınıfta kalmış odaklar eliyle özellikle yargı üzerinden yapılması yahut yapılıyor görünmesi vahim derecede hatalıdır. Hiç kimse, yargı mensupları üzerinden ve ne yazık ki yine bir kısım yargı mensupları da kullanılmak suretiyle yürütülen linç kampanyalarını bu hesaplaşmanın bir göstergesi olarak göstermeye kalkmasın. Bu ülkedeki her kurum ve kuruluşun ama en başta siyaset kurumunun kendisiyle yüzleşmesi ve hesabını vermesi gerekir. Hemen ekleyelim, hiç kimse bize, siyaset kurumunun hesaplaşmasının sadece sandıkta yapılacağı gibi çağdışı bir anlayışı dayatmaya kalkmasın!

Bugün millet iradesi diye ortaya çıkanlar, bağımsız yargıyı yok etme girişimi ile demokrasiye verdikleri telafisi imkansız zararların her seçim döneminde sandığa giderek hesabını verebileceklerini mi sanıyorlar?

Cübbelerimizi çıkarmamızı isteyenler bilmelidirler ki laik, demokratik hukuk devleti, yargı bağımsızlığı, yargıç güvencesi ve hukukun üstünlüğü mücadelesinde YARSAV cübbesine daha sıkı sarılacaktır.

24.02.2010

YARSAV YÖNETİM KURULU