18.12.2007 Türk Ceza Adalet Sistemi ve Yargı

Zekeriya SEVİMLİ (*)

 

1. GİRİŞ

 

2.YASAMA, YÜRÜTME, YARGI VE SUÇ SİYASETİ İLİŞKİSİ

 

2.1. Güvenlik siyaseti ve siyasi iktidarlar

2.2. Kolluk, idari bürokrasi ve ceza adalet sistemi

2.3. Cezaevi ve infaz rejimleri

2.4. Af

2.5. Para cezaları

2.6. Yasaların etkinliği

2.7. Bölge Adliye Mahkemeleri gereklimidir?

2.8. Geçiş sürecinin yarattığı sorunlar

2.9. Yargı ve diğer kurumlarla eşgüdüm

2.10. Yetersiz kadro ve ara personel

 

3- YARGININ SORUMLULUĞU

 

3.1. Cezanın bireyselleştirilmesi

3.2. HSYK, Yargı yönetimi ve Cumhuriyet savcılığı kurumu

3.3. Ceza adalet sistemi ve savunma

3.4. Koşullu salıverilme, infazın bireyselleştirilmesi, yargı-infaz ilişkileri

 

4. SONUÇ: SUÇ PATLAMASI, SADECE YARGININ DEĞİL, HERKESİN SORUNUDUR!

 

 

 1. GİRİŞ  

                                                                             

            Emniyet Genel Müdürlüğü Asayiş Daire Başkanlığının, 2006 yılında polis sorumluluk bölgesinde meydana gelen olaylarla ilgili hazırladığı raporda, hırsızlık, kapkaç, dolandırıcılık gibi mala karşı olaylarda yüzde 50 ile yüzde 170 arasında artış olurken, şahsa karşı suçlarda yüzde 26?dan yüzde 160?a kadar artış meydana geldiği açıklandı. Aynı raporda bazı suçların aydınlatılmasında ciddi sıkıntıların olduğu da ortaya çıktı.(1) Öte yandan uyuşturucu madde kullanımı ve kaçakçılığı da azımsanmayacak ölçüde arttığı bilinen bir gerçek. Bankacılık ve mali piyasalardaki suçların devlete ve topluma maliyeti milyar dolarlarla ölçülüyor. Çok yakın bir geçmişte yaşadığımız batık banka suçlarının hazineye yükü 30 milyar doların üzerinde ifade ediliyor.

Resmi açıklamalarda yer alan rakamlardan da anlaşılacağı üzere ülkemiz birkaç yıldır başta İstanbul olmak üzere büyük kentleri kuşatan bir suç patlaması ile karşı karşıyadır. Üstelik suç olgusu mevzi bir hadise olmaktan çıkmıştır. Kayıt dışı ekonominin bütün ekonomik faaliyetlerin yüzde 40?ı civarlarına ulaştığı ve bunun önemli bir kısmını suçtan elde edilen kara paranın oluşturduğu dikkate alınırsa toplumu nasıl bir tehlikenin beklediği tahmin edilebilir. Basın ve medyanın vatandaşlarla yaptığı mülakatlarda bu olumsuz gelişmelerden yeni ceza yasalarıyla birlikte adliyeler, yargıç ve savcılar da sorumlu tutulmaktadır. ?polis yakalıyor, adliye bırakıyor? inancı halk kitlelerinin zihinlerinde bir ön yargı olarak yerleşmiştir. Kamuoyuna yansıyan bazı davalarda olaylarının bütün yönlerinin aydınlatacağı ve hakkaniyete uygun bir karar verileceği inancının da hızla azaldığı dikkati çekmektedir. 

Bu yerleşik kanaat gerçeği ne kadar yansıtmaktadır?

 Sorunun yanıtı devletin en başta ekonomik politikaları, güvenlik siyaseti ve ceza adalet sistemi içersinde yer alan kurumların suç siyasetinin uygulanması sürecinde birbirleriyle bağlantı, etkileme ve eşgüdüm biçimlerinde gizlidir.

Ceza adalet sistemi içersinde, soruşturma (kolluk ve Cumhuriyet savcısı), kovuşturma (yargılama ve hüküm), hükmedilen cezanın yerine getirilmesi (infaz), tahliye sonrası denetimli serbestlik safhaları yer alır. Bu yapılanma içersinde yargı tek başına değildir. Öte yandan suçla mücadelede önemli bir unsur olan ve çerçevesi siyasal iktidarlarca belirlenen sosyal stratejiler de ceza adalet sisteminin bir parçasıdır.

Yazımızda bir Cumhuriyet savcısının 27 yıllık gözlem, deneyim ve birikiminin ışığında ?Yargı Kurumu? ve ceza adalet sistemi içindeki diğer kurumların suç patlaması karşısında rolleri, etkinlikleri ampirik metotla değerlendirilmiştir.

 

            2. YASAMA, YÜRÜTME, YARGI VE SUÇ SİYASETİ İLİŞKİSİ

 

            2.1. Güvenlik siyaseti ve siyasi iktidarlar:

 Yargı, yasama ve yürütme ile birlikte devletin üç temel erkinden birisidir. ?Yargı yetkisi Türk Milleti adına bağımsız mahkemelerce kullanılır.?(2)Yargı, işlevi itibariyle bağımsız bir yapılanmadır. Ancak, görevini yerine getirirken devletin diğer erkleri ve kurumlarıyla bir eşgüdüm ve pozitif iletişim çerçevesinde hizmet vermek yükümlülüğündedir. Yani yargı devletin geniş boyutlu güvenlik siyasetinin bir parçasıdır ve bu siyasetin uygulanmasında doğrudan yer alır.

Yasama, yürütme ve yargı erkleri birbirinden bağımsız da olsa ve aralarında bir hiyerarşik bağlantı bulunmasa da; bu üç eşit güç arasında diğerlerine göre birinci olan (primus inter pares**) gelişmiş Batı Avrupa demokrasilerinde yargı, geri kalmış ülkelerde ise yürütmedir.

Etkin ve caydırıcı bir iç güvenlik siyaseti uygulamasında yargı edilgen değil, belirleyicidir. Ancak suçun önlenmesi sadece yargılama faaliyeti ve polisiye önlemlerle olamaz. Suç sadece ahlaki bir sorun değildir. Ekonomik bunalımlar, siyasi krizler, iç göç, çarpık kentleşme, yüksek işsizlik oranı,  yaygın terör olayları gibi ekonomik ve toplumsal olaylar suç patlamasının asıl nedenleridir. Diğer yandan bir türlü kontrol altına alınamayan yüksek nüfus artışı aile yapısını ve sosyal dayanışmayı zayıflatmıştır. Sosyal devleti ortadan kaldıran neo liberal ekonomik politikalar ve buna uygun üretilen siyasal söylem) bürokraside ve toplumda ahlaki çözülmeyi hızlandırmıştır. (Kısa yoldan köşeyi dönme anlayışı ve ?benim memurum işini bilir? biçiminde netleşen siyasal ve ahlaki yaklaşımlar)

Ekonomik çekim merkezlerinin İstanbul gibi birkaç merkezde yoğunlaşması kentleri hacim ve nüfus olarak aşırı büyütmüş, kentlerin ürettiği yüksek rant basit kapkaçtan, karmaşık çıkar amaçlı suç örgütlenmelerine kadar geniş bir yelpazede farklı suç yapılanmaları ortaya çıkarmıştır. 

Tüm bu suç yapılanmaları ile örgütlü ve mafyozi suçların artış ve azalma oranları izlenen ekonomik politikalar ve siyasal rejimle doğrudan alakalıdır.

 

 

2.2. Kolluk, idari bürokrasi ve ceza adalet sistemi:

 Yürütme organının güvenlik siyasetinin birinci halkasını sosyal stratejiler oluşturur. Suçla mücadelenin ikinci halkası ise polisiye önlemlerdir. Polisiye önlemlerin uygulanmasından yasal kolluk gücü tanımlaması içindeki Emniyet ve Jandarma ile birlikte Sahil Güvenlik ve Gümrük Müsteşarlığı sorumludur.

Son yıllarda kolluğun eğitim kalitesi yükselmiş, personel ve lojistik desteği artmıştır. Faili meçhul bazı olayların çözümünde uygulanan modern soruşturma yöntemleri ve kullanılan teknolojinin olumlu sonuçları alınmaya başlanmıştır. Kriminal laboratuar ve uzman personel açığı hızla kapatılmaktadır. Delilden sanığa ulaşma yöntemi uygulanabilir hale gelmiş ve yaygınlaşmıştır. Buna bağlı olarak işkence ve kötü muamele iddiaları azalmıştır.

Yükselen eğitim kalitesi, amirler düzeyinde bazı olumlu sonuçlar vermiş, fakat bu gelişmeler, asıl uygulayıcılara, yani alt kademelere yeterince yansımamıştır. Alt kademelere egemen olan zihniyet daha çok polis devleti alt kültürüdür. Eğitimin teknik düzeyinin yükselmesi,  beraberinde sosyal bir iyileşmeyi getirmemiştir.

Kolluğun, önleyici kolluk, istihbarat ve analiz çalışmalarının yetersizliği çok açıktır. Çünkü bu kurumların personel yapıları siyasi önyargılara ve karşı istihbarat örgütlerinin yönlendirmelerine açıktır. Bu durumun doğal sonucu olarak istihbarat yapılarının risk analizleri sağlıksız, suçluların ve suç örgütlerinin hedefi olma olasılığı yüksek kişi ve kitleler için alınan koruma önlemleri yetersizdir. Bazen siyasi önyargılar, doğru karar almayı önlemekte, güdülenmeyi kolaylaştırmaktadır. Yakın tarihte toplumu derinden sarsan siyasi cinayetlerden sonra ortaya çıkan gerçekler, bu zafiyetin ve hatta bilinçli savsaklamanın ipuçlarıdır. Ülkemiz yaklaşık 30 yıldır kaynakları bilinen bazı mihraklar tarafından belli periyotlarla terörize edilmektedir. 1 Mayıs 1977 Taksim?de başlayıp, Çorum, Kahramanmaraş, Malatya, Sivas katliamlarıyla devam eden kanlı komplolar zincirine onlarca aydın, gazeteci ve bilim insanının katli de eklenmiştir.  Siyasal konjöktür ve kriminal risk açısından kimlerin ya da hangi grupların hedef alınacağı kolayca tahmin edilebilir olmasına karşılık, gerek siyasi önyargı, gerek istihbarat yetersizliği ve gerekse risk analizindeki yanılgılar ve hatta bilinçli savsaklamalar nedeniyle gerekli önlemler alınamamıştır. Otuz yıllık suikastlar zincirine rağmen duyarsızlık ve kayıtsızlık hala sürmektedir. Sadece son birkaç ayda yaşadığımız Gazeteci Dink, Rahip Santaro, Malatya, Danıştay saldırıları gibi olaylar bu tabloda hiç bir değişiklik olmadığının göstergeleridir. İstanbul?da Sinagog, HSCB Bank ve İngiliz Konsolosluğu, Ankara?da Ulus Çarşısına yapılan ve çok sayıda insanımızın katliyle sonuçlanan bombalı saldırılar da istihbarat ve önleyici hizmetlerdeki yetersizliklerin sonucudur.

Öte yandan yurdumuzun Güneydoğusunda yaşanan etnik ve bölücü terör olaylarının yarattığı kontrolsüz ortam, içinde kolluk unsurlarını da barındıran ve bölge dışında da faaliyet gösteren yeni organize suç çeteleri yaratmıştır.  Susurluk, Yüksekova ve Şemdinli (en son Ümraniye) benzeri çeteleşmeler ve mafyozi örgütlenmeler devletin güvenlik yapısı içinden eleman ve destek bulabilen ciddi suç oluşumlarıdır. 

Kolluk, yeni soruşturma yöntemlerine karşı da genellikle muhafazakâr bir tutum içindedir. Gözaltı sürelerinin kısaltılması, nezarethanelerin denetimi, zorunlu müdafilik, iletişimin hakim kararıyla dinlenebilmesi, her türlü arama ve el koyma kararlarının hakim tarafından alınması, Cumhuriyet savcılarının soruşturmaya ilişkin yetkilerinin genişletilmesi gibi evrensel gelişmelerin iç hukuka yansıtılmış yeni normatif düzenlemelerine karşı sürekli bir kurumsal direnç gösterilmektedir. Ankara?da 2007 yılı başında yapılan bir emniyet müdürleri toplantısında, Cumhuriyet başsavcılarının ?adli soruşturmalarla sınırlı bile olsa? kendileri hakkında tezkiye düzenlemelerini ve maaşlarının ?bir savcıdan bile? düşük olmasını.! onursuzluk olarak nitelendirebilmişlerdir. Bazen bu yenilikler kamuoyuna suç patlamasının asıl nedeni olarak sunulmuş, hatta bazı olaylar karşısında yasal yetkiler kullanılmamış, pasif davranışın nedeni olarak yetkilerinin ellerinden alındığı bahanesine sığınılmıştır.

Doğu ve Güneydoğu Bölgelerimizde zor koşullarda ve hukuk içinde kalarak görev yapmaya çalışan yargıç ve savcılar  ?hiza bombacısı? güvenlik amirleri tarafından evlerinin yakınlarına bomba atılarak hizaya getirilmişler, bununla da yetinilmemiş, tüm bir meslek yaşamlarını olumsuz etkileyecek, ?PKK? lı, hizbullahçı? gibi yakıştırmaların ve haksız suçlamaların hedefi olmuşlardır!(3)

 Sadece bu iki olay bile ceza adalet sistemi ve yargının yürütme organının memurları tarafından nasıl baskılandığını anlatmaya yeterlidir.

Bazı ?ekonomi çevrelerince? utanmadan sosyal sınıflar arasında bir sermaye transferi olarak nitelendirilen, topluma ve Hazineye toplam maliyeti 30 milyar doları bulan bankaların içini boşaltma ve batırma olaylarının ekonomi ve maliye bürokrasisi içinden işbirlikçi tedarik edilmeden gerçekleştirilemeyeceği, aslında bu ve benzeri olayların topluma maliyetinin yüz binlerce küçük hırsızlık suçundan daha fazla olduğu nedense yeterince dillendirilmemektedir!

 

            2.3. Cezaevi ve infaz rejimleri:

 Özgürlüğü kısıtlayıcı ceza, (hapis) ceza hukukunun en etkili yaptırımıdır. Cezaevleri, bu cezanın yerine getirildiği kamu kurumlarıdır. Bu kurumların, suç nedeniyle bozulan kamu düzeninin yeniden tesisinde, suçlunun topluma zarar vermesinin önlenmesinde önemli işlevleri vardır. Ancak bilindiği üzere yakın tarihimizde ülkemiz cezaevlerine tam bir kargaşa egemen olmuş ve bu ortam, ceza adalet sisteminin etkinliğini yitirmesinde önemli bir rol oynamıştır.

Peki, 1970 ten başlayarak 2000?li yılların başına kadar 30, 35 yıl kadar süren bu kargaşanın sorumlusu kimlerdir?

Tabi plansızlığı bir marifet ve siyasal yöntem sayan hükümetlerin ve Adalet Bakanlığının yetersiz infaz politikalarıdır.

Asgari güvenlikten yoksun, fiziki yapı ve malzeme standardı olmayan, kalabalık koğuş sistemine dayalı bir cezaevi yapılanması son kırk yılın karakteristiğidir. 1965 yılında yürürlüğe giren 647 sayılı İnfaz Kanunu çerçevesinde inşasına başlanan A, E, K ve Özel tip cezaevi yapılarının güvenliksiz oldukları daha ilk uygulamalarla (firar ve isyanlarla) ortaya çıkmıştır. Kısa sürede ortaya çıkan mahsurlarına rağmen bu cezaevi projeleri hiçbir ıslaha tabi tutulmamış, aksine, doksanlı yılların ilk yarısına kadar aralıksız inşa edilmişlerdir.

 Cezaevlerinin coğrafi dağılımlarında ve kapasitelerinin belirlenmesinde 1965?ten sonra hızla büyüyen anakent nüfusları esas alınmamıştır Sadece İstanbul?un cezaevi sorunu bile bütün Türkiye cezaevlerinin güvenliğini olumsuz etkilemiştir. İstanbul?dan sevk edilen hükümlü ve tutuklular gittikleri şehrin cezaevinin güvenliğini bozmakla kalmamışlar, o şehrin güvenliği için de tehdit oluşturmuşlardır. Organize suç örgütleri cezaevlerinden yönetilmiş, ıslah edici olması gereken kurumlar birer suçlu eğitim okullarına dönüşmüştür.

Türkiye Cumhuriyeti?nin Başkenti Ankara?da iki binli yıllara kadar, at tavlasından dönüştürülmüş Ulucanlar Cezaevi ile infaz hizmeti verilmeye çalışılmış, şehrin merkezinde ve dünyanın gözü önündeki bu cezaevinin sefaleti Türkiye?nin uluslar arası saygınlığını bile kötü etkilemiştir. Konusu İstanbul Bayrampaşa Cezaevi?nde geçen ?Geceyarısı Ekspresi? filminin ülkemiz tanıtımına verdiği zarar herkesin belleğindedir.  Dünyanın önemli bir kısmının bizi hala bu filmle anımsamasında cezaevlerimizin ve infaz uygulamalarımızın hiç mi kabahati yoktur?

Seksenli yıllarda sorunlara sözde çare bulmak iddiasındaki Adalet Bakanlığı yönetimi, Ankara?ya 70- 80 kilometre uzaklıktaki Ayaş ilçesinde bir tarlayı istimlâk ederek inşaata başlamış, trilyonlarca lira toprağa gömüldükten sonra buraya yapılacak cezaevinin Ankara?nın gereksinmelerine yanıt veremeyeceği, şehre çok uzak olduğu gerekçesiyle inşaat durdurulmuştur! Aynı zihniyet, Ankara, İstanbul, İzmir, Adana, Diyarbakır, Kayseri, İzmit, Mersin, gibi büyük kentlerin cezaevi ihtiyaçları ve sorunları çığ gibi büyürken Gümüşhane, Sinop, Ağrı, Kars, Bilecik gibi 20-30 bin nüfuslu ve büyüme seyri göstermeyen şehirlere, ihtiyaçlarının çok üzerinde E ve Özel tip cezaevleri yapmış, bu suretle iktidar partilerinin taşra yöneticilerinin işe yaramayan verimsiz tarlaları devlete cezaevi arsası olmuştur. Bu plansızlığın, suiistimalin ve israfın sorumlusu politikacı ve bürokratların hiçbirinden hesap sorulmadığı gibi, bazılarının adı Adalet Bakanlığı tesislerine verilerek ödüllendirilmişlerdir. (Üstün hizmetleri nedeniyle!)

 Personelin nitelik ve nicelik eksikliği, tretman ve infaz rejimlerinin istikrarsızlığı ve yetersizliği de bu kargaşayı körüklemiştir.

Ceza adalet sisteminin infaz boyutundaki en önemli stratejik işlevini Ceza ve Tevkif Evleri Genel Müdürlüğü yerine getirmesine rağmen bu kurum uzun yıllar Adalet Bakanlığının sıradan bir dairesi muamelesi görmüş, işlevinin gerektirdiği liyakatli yönetici, personel ve mali destek verilmemiştir.

Kurumların iç ve dış korumasının farklı kurumlar tarafından yapılması ve yönetimde çift başlılık da cezaevlerinde otorite boşluğu yaratmış ve kargaşayı büyütmüştür. (iç güvenlik ve yönetim Adalet Bakanlığının, dış güvenlik Jandarma Genel Komutanlılığının yetki ve sorumluluğundadır) 

Özetlemek gerekirse; yakın bir tarihe kadar cezaevlerine tam bir plansızlık ve belirsizlik egemen olmuş, var olan kıt kaynaklar da sorumsuzca tüketilmiştir. Sadece Keçiören Çocuk Islahevinde 1970 ila 2000 yılları arasında yapılan bina, görev ve işlev değişiklikleri bile kuruma nasıl bir plansızlığın ve bilinçsizliğin egemen olduğunu göstermesi açısından çarpıcı bir örnektir. Bu kurum yakın zamana kadar yetersiz ve beceriksiz idarecilerin oyuncağı olmuş, ıslahevi dışında her kılığa sokulmuştur. Öyle ki sonuçta kurumun asıl işlevi olan ıslahevini başka bir yere taşıma gerekliliği ortaya çıkmıştır. (İnek yetiştiriciliğinden benzin istasyonuna, demir atölyesinden, bakanlık evrak deposu işlevine kadar birçok dönüşüm geçirmiştir)

1990?lı yılların ikinci yarısında devlet, cezaevleri sorununun sadece Adalet Bakanlığın değil, devletin bir ulusal güvenlik sorunu olduğunu tespit ve kabul ettiğinde(Milli Güvenlik Kurulu kararı) cezaevlerinde çözüm süreci de başlamıştır. Aynı yıllardan başlayarak inşa edilen yeni cezaevlerinde tip ve malzeme standardı sağlanmış,  yaşama geçirilen yeni infaz politikalarıyla kurumlarda bugün göreceli bir huzur ve güvenlik sağlanmıştır.

Yeni Türk Ceza Kanunu ve İnfaz Kanunu, mahkûmların cezaevlerinde kalış sürelerini arttırmıştır. Bu durumun önümüzdeki yıllarda cezaların caydırıcılığında olumlu bir etki yapacağı beklenmektedir. Fakat yeni ceza yasalarının caydırıcı etkisi toplumda henüz hissedilmemiştir. Çünkü uygulama çok yenidir ve caydırıcılık ancak istikrarlı bir ceza ve infaz uygulaması ile sağlanabilir.

 Cezaevlerinde güvenliğin sağlanmasında fiziki yapının değiştirilmesi ve güçlendirilmesinin olumlu bir etki yaptığı muhakkaktır. Ancak geçiş süreci sıkıntılı olmuş, kurumlar büyük isyan ve çatışmalara sahne olmuştur.

Buna bağlı olarak yeni cezaevi yapılanması ve infaz rejiminin bazı insan hakları ihlallerine yol açtığı iddiası kamuoyunda çok tartışılmıştır. Birçok boyutu olan bu tartışmanın ekseni hukuki olmaktan çok siyasidir ve ayrı bir değerlendirmenin konusu olacak kadar kapsamlıdır.

 

2.4. Af:

?Suçların işlenmesine mani olan, cezaların şiddeti değil, muhakkak oluşlarıdır. Mutedil, fakat muhakkak olan bir ceza, müthiş fakat kurtulmak ümidi veren bir cezadan daha tesirlidir.?(4) Oysa af, cezaların caydırıcılığını ortadan kaldıran bir siyasi tasarruftur. Geçmişte yasalardaki ceza miktarların değiştirilmesiyle sayısız örtülü aflar yapılmıştır. Ayrıca, yöntemleri farklı olmakla birlikte 1974 yılından 2000 yılına kadar, yani 26 yılda üç genel af çıkarılmıştır. Bu kadar kısa bir sürede üç defa en ağır suçları işleyen, örneğin üç defa adam öldüren bir kişi aflar sayesinde hala aramızdadır.

 2005 yılında temel ceza yasalarında yapılan değişiklikler de birçok hükümlü için gizli bir affa dönüşmüştür. Eski ve yeni ceza yasalarının uyarlanması sırasında geçen süre, birçok davanın zamanaşımı nedeniyle düşmesine olanak sağlamıştır.

Bilindiği üzere af bir yasama tasarrufudur. Başka bir anlatımla af, yargılama süreci sonunda mahkûm edilmiş bir suçlunun yasama organının tasarrufuyla bağışlanmasıdır ki, yasamanın yargı yetkisine müdahalesinin bir başka tipik örneğidir. Çok istisnai durumlarda, o dönemin olağandışı gelişmeleri karşısında anlayışla karşılanabilecek bu müdahale, ülkemizde olduğu gibi onar yıllık periyotlara indirgendiğinde hem yargının bağımsızlığını gölgelemekte, hem de suçla mücadeleyi olanaksızlaştırmaktadır. ?Siyasi mülahazalar adalete yabancıdır. Kanunları tatbik ile görevli adalet makamları hükümlerinde siyasi mülahazalara yer veremezler.?(5) Af, sadece iç savaş gibi büyük siyasi bunalımların ardından, ulusal bütünlüğün sağlanması, kitlesel kin ve intikam duygularının ortadan kaldırılması gibi çok zorunlu hallerde son çare olarak düşünülmelidir. Oysa yakın geçmişimizdeki afların hiçbirinin gerekçeleri arasında bu nedenler yoktur. Aflar daha çok cezaevlerinde çare bulunamayan sayısal şişkinliğe ve kargaşaya çare olarak çıkarılmıştır. Ancak bu gerçek halktan gizlenmiştir. Daha şimdiden cezaevlerindeki mahpus sayısı 85.000?e ulaşmıştır. Bu sayı, cezaevleri tarihindeki en büyük nüfustur. Umarız bu artış yeni bir genel affa yol açmaz. Çünkü toplum bilinci artık yeni aflara karşıdır. Yeni bir af, onu çıkaran siyasi iktidara ağır bir siyasi fatura ödetebilir. Aslında geçmişte de siyasi iktidarlara ağır bedeller ödetmiştir. Ancak partiler, siyasi yenilgi nedenlerinin çokluğu karşısında affın neden olduğu yenilgileri fark edememişlerdir. 1974, 1991 ve 2000 Aflarından sonra yapılan seçimlerin sonuçlarına bakıldığında, halkın af çıkaran siyasi iktidarlara karşı tepkisi net olarak görülebilir.

Cezaevi mevcudundaki bu şişkin görüntüye rağmen kapasite ve mevcut hala birçok Avrupa ve Batı ülke mevcudunun altındadır.  Dünya cezaevi nüfusuna bakıldığında 8 milyondan fazla insanın tutuklu/ hükümlü olarak cezaevlerinde kaldığı ve bu nüfusun yarısından fazlasının ABD,(1.7 milyon), Çin(1.4 milyon) ve Rusya?da (1 milyon) bulunduğu görülmektedir. 100.000 nüfusa oranla en fazla cezaevi barındıran ülkeler sıralamasında 685 ile Rusya, sonra ABD(645), Belarus(505), Kazakistan(495), Bahama(485), Singapur(465) ve Azerbaycan(325) gelmektedir.(6) Bu oran Türkiye?de yüz binde 118?dir. Diğer ülkelerle karşılaştırıldığında ülkemize yüz binde 200?e kadar bir kapasite artışı düşünülebilir. Aksi takdirde af kaçınılmaz bir seçenek olarak yine karşımıza çıkacaktır. Diğer yandan Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesinin Üye Devletlere, Cezaevinin Aşırı Kalabalıklaşması ve Cezaevi Mevcudu Enflasyonu Hakkındaki R(99)22 Sayılı Tavsiye Kararında belirtilen tavsiyelerin hayata geçirilmesi cezaevlerindeki aşırı kalabalığı önleyebilir. Ancak bu tavsiye kararlarından sonuç alınabilmesi de büyük ölçüde hâkim ve savcıların devletin cezaevi politikaları konusunda bilgilendirilmeleri, hapis cezasına seçenek yaptırımların çoğaltılması ve başarıyla uygulanmasına, yargıçların hükmettikleri cezaların etkinliğinden haberdar ve takipçi olmalarına bağlıdır.

Özetle; genel halk çoğunluğunun ortak bilincinde devlet, huzur ve güvenlikle eş anlamlıdır. Af, kamu güvenliğini ve huzuru bozan en önemli siyasal karardır. Siyaset kurumu, af çıkarmaya karar vermeden önce devleti bir güvenlik organizasyonu olarak algılayan vatandaş çoğunluğunun,  suç mağdurları ve onların yakınlarının seçim sonuçlarına yansıyan siyasal tepkilerini de hesaba katmalı, affı aşırı kalabalık cezaevlerini boşaltmanın bir aracı olarak kullanmamalıdır.

 

2.5. Para cezaları:

 ?Cürüm cezasız kalırsa avam nezdinde mubah sayılır.? Cenap Şehabettin   

Para cezaları, kabahatlerde ve kısa süreli özgürlüğü bağlayıcı cezaların yerine ikame edilecek yaptırımlarda etkili bir ceza türüdür. Ancak geçmişte uygulanan enflasyonist politikalar, mahkemelerin taksitlendirme ve erteleme uygulamaları, para cezalarından beklenen caydırıcılığı ortadan kaldırmıştır. Oysa büyük suçları tetikleyen küçük suçlardır. Hafif suçların cezasız kalması, yaygınlaşmasına, bu suçlara karşı meşruiyet inancının uyanmasına, daha büyük suçların işlenmesine yol açar.

Cezaların etkili ve caydırıcı olmalarını sağlayan bir unsur da, muhakkak ve makul olmalarıdır. Oysa yakın tarihimizdeki yaygın uygulamada hükmedilen para cezaları çok cüzidir. Seyyar ve anomin bir nüfus yapısı, değişken adresler, zamanaşımı, af, gibi nedenlerle bu cüzi cezalar tahsil bile edilememiş,  devlete gereksiz bir kırtasiye ve bürokrasi külfeti yüklemiştir. İşlenen suçun kamu düzeninde yarattığı boşluğu doldurmayan ve kamu vicdanını tatmin etmeyen cezalar vatandaşların devlete ve adalete olan güvenlerini de sarsmıştır.

Cezaların öncelikli amacı caydırıcılık olmalıdır. Yeni Ceza Kanununda para cezaları caydırıcı bir niteliğe kavuşturulmuştur. Ancak devletin para cezalarını mali bir kaynak olarak görmesi siyasi iktidarın yargıya müdahalesi yolunu açabilecek niteliktedir. 5237 Sayılı Türk Ceza Kanunu sisteminde daha ağır nitelikteki hapis cezalarının ertelenmesi olanaklı iken para cezalarının erteleme dışı bırakılmasının hiçbir hukuki gerekçesi yoktur. Ancak bu mahsur, cezanın bireyselleştirilmesi sonucu gerektiğinde alt sınırdan belirlenmesi ve suçlunun ekonomik gücüne uygun, adil bir taksitlendirme uygulamasıyla aşılabilir.

 

           

2.6.Yasaların etkinliği:

Toplum huzuru ve genel güvenliğinin sağlanmasında, kamunun genel taleplerini karşılayan ancak popülist olmayan, temel hak ve özgürlüklerin özüne aykırı düşmeyen, ceza hukukundaki çağdaş gelişmeler ve yeniliklerden esinlenen, evrensel uygulamalarla bütünleşmiş, insanı odak alan, hümanist ceza yasalarına gereksinim vardır.

Cumhuriyeti kuranlar ?köhne erbabı hukuk ehline? karşı, devrimleri yaşama geçirecek ve savunacak bir hukuk düzenine ve hukukçulara olan gereksinimin bilinciyle hukuk devrimini, önce yasalardan ve hukuk eğitiminden başlamak üzere kurumsallaştırmışlardır. ?Cumhuriyetin hukukçuları onun müeyyidesi olma görevini başlangıçta layıkıyla yerine getirmişlerdir?. Ancak bu bilinçli ve devrimci tavır Cumhuriyetin ilke ve kazanımlarına karşı başlatılan karşı devrime yeterince direnç gösterememiştir. Kurumlar ve bireyler tarihsel görev bilincinden uzaklaşmışlar, uzaklaştırılmışlardır.

Ceza adalet sistemi Cumhuriyetin devrimlerini dinamik ve devingen kılmak misyonundan uzaklaşınca, uygulamaların da etkisiyle yasalar da yetersiz kalmıştır. Yaşamın dinamizmi, yasaları ve uygulamayı aşmıştır. Bu süreç özellikle son 30 yılda ceza adalet sisteminin yeni baştan düzenlenmesini zorunlu kılmıştır.

 Bu gereksinimin giderilmesi adına 1984 yılından beri yapılan çalışmalar 2005 yılında sonlandırılarak yeni Türk Ceza Kanunu, Ceza Muhakemesi Kanunu, Kabahatler Kanunu, İnfaz Kanunu, Bölge Adliye Mahkemeleri Kanunu, Özel yasalardaki ceza hükümlerinin yeniden düzenlenmesi gibi temel düzenlemeler kanunlaştırılarak aynı yıl yürürlüğe girmiştir.

            Yeni ceza ve infaz yasalarında hapis, para cezaları, güvenlik önlemleri ve infaz mevzuatının daha anlaşılabilir, uygulama kolaylığı sağlayan, etkili ve caydırıcı olduğu söylenebilir. Ayrıca yeni mevzuatta hapis ve para cezalarına alternatif çağdaş birtakım önlemler de sistem içersinde yer almıştır. Usul yasalarında yapılan değişikliklerle soruşturma ve kovuşturma süreçleri kısalmıştır. Yeni İnfaz Yasası ile koşullu salıverilme zorlaştırılmış, suçluların cezaevinde kalma süreleri uzatılmıştır. Bunun yanı sıra infazda daha çağdaş ve evrensel gelişmelerle bütünleşmiş mevzuat ve uygulamalar başlatılmıştır.

Yeni temel yasaların bazı olumlu yanlarına karşılık ?Dönmezer Tasarısı? olarak adlandırılan 20 yıllık bilimsel çalışma bir kenara itilmiştir.

Öte yandan baroların, üniversitelerin ve hukukla ilgili kurumların sürece olan katkıları ve uyarıları dikkate alınmamıştır.

 Avrupa Birliği uyum süreci çerçevesinde alelacele yapılan ve bir yargı reformu olarak topluma sunulanlardan bazıları, gerek içerikleri, gerekse sonuçları itibariyle bu iddiadan uzaktır. Bu aceleciliğin bir sonucu olarak birçok yasa maddesi daha yürürlüğe girmeden işlevini yitirmiş, değiştirilmek zorunda kalınmıştır. Bazı alanlardaki dar boğazlar aşılmadan, gereksinmelerin içeriği ve boyutu doğru analiz edilmeden yapılan yasalar uygulamada beklenen sonucu vermemiştir. Zorunlu müdafilik, hükmün açıklanmasının geri bırakılması ve uzlaşma sistemi bunlardan yalnızca birkaçıdır. Lojistik ve personel desteği arttırılmayan savcılık kurumunda suç araştırması ve itham fonksiyonunun birleştirilmesi, soruşturmalardaki tıkanmayı açamamıştır. Ceza davalarının sayısını büyük ölçüde azaltacağı varsayılan uzlaşma kurumu, uygulamada bekleneni vermemiş, örneğin Ankara Adliyesinde yasanın yürürlüğe girdiği 01.06.2005 tarihinden 31.12.2005 tarihine kadar uzlaşma ile sonuçlanan dava sayısı bir elin parmaklarını geçmemiş,  bu sonucun alınmasında daha çok yasanın düzenleniş biçimi etkili olmuştur.

 

 2.7. Bölge adliye mahkemeleri gerekli midir?

Yargının hızlandırılması ve etkinleştirilmesi için alınabilecek birçok önlem varken, istinaflarla yeni bir ara kademe yaratmaktaki ısrar ve niyeti anlamak mümkün değildir. Bölge adliye mahkemelerinin hayata geçirilmesi ile yaratılan ikinci bir kademe tıkanıklığı ve dava sürelerini daha da arttıracaktır. Üstelik bu mahkemelerin yürürlük tarihi de geçmiş, fakat faaliyete geçirilmeleri için önemli sayılabilecek hiçbir adım atılmamıştır. Bu aşamada uygulama birliğinin sağlanabilmesi açısından Yargıtay?ın yeni yasalar çerçevesinde içtihat oluşturmasını ve bölge adliye mahkemelerinin kuruluş sürecini 2010 yılına ertelemek en sağduyulu yaklaşım olacaktır.

 

2.8. Geçiş sürecinin yarattığı sorunlar:

 Yeni yasa değişiklikleri ile yaratılan yapay usul işlemleri nedeniyle mahkemeler ve özellikle Yargıtay, tarihinde yaşamadığı büyük bir iş yükü ile karşı karşıyadır. Üstelik bu yükü oluşturan davaların büyük bir kısmı, yeni ve eski yasaların karşılaştırılması, uyarlanması biçimindedir ve kırtasiyecilikten öte bir şey değildir.  Bu davalar, sonuçları itibariyle müessir olmayan, adeta yargı?yı ?abesle iştigal ettiren? davalardır. Yeni ve eski kanun uyarlamaları sürecinde kaybedilen nitelikli emeğin yanı sıra uzayan zaman, önemli sayıda davanın zamanaşımına uğramasına yol açmıştır. Yasa değişiklikleri adeta örtülü bir affa dönüşmüştür.

 

2.9. Yargı ve diğer kurumlarla eşgüdüm:

 Bireyi esas alan yeni ceza, usul ve infaz yasalarıyla yargılamanın her aşamasında insan haklarına saygının temel alınması, zorunlu müdafilik, işkence ve kötü muamelenin, adli hataların önlenmesi, şeffaflığın, adil yargılanma hakkının, yeni koruma tedbirlerinin, savcı odaklı bir soruşturma evresinin yaşama geçirilmesi çabaları takdire değerdir.

Fakat özellikle tutuklama koşulları ve tutuklama dışındaki güvenlik tedbirlerinin etkisizliği,(adli kontrol gibi) uygulamada bu tedbirleri yerine getirecek kurumların yokluğu ya da yetersizliği, yargının bu kurumlarla olan iletişimsizliği, kolluğun yeni yasaların uygulanmasında isteksizliği, yargı alt kültürünün yargılama ve karar süreçlerine olumsuz etkisi, soruşturma ve yargılama sırasında alınan koruyucu önlemleri boşa çıkarmakta ve bundan da yargı sorumlu tutulmaktadır. Oysa tutuklama önlemi kadar, sistem içersindeki diğer önlemler de etkinleştirilmelidir. Bunların uygulanabilirliğinden, etkinliğinden, ilgili kurumların oluşturulup yaşama geçirilmesinden yargı ile birlikte hükümetler de sorumludur.

 

            2.10. Yetersiz kadro ve ara personel:

 Eksik kadro, artık yargının kaderi olmuştur. Yıllardır devletin şişirilmiş kadrolarından şikâyet edilirken, yargı adeta bilinçli politikalarla yeterli yargıç ve savcı kadrosundan mahrum bırakılmış, hatta gerekli sayının neredeyse üçte biriyle görevini sürdürmüştür. Özellikle bazı büyük şehirlerdeki iş yükü dayanılmaz ağırlıktadır. Bu sorun bölge adliye mahkemelerinin yaşama geçirilmesiyle daha da büyüyecektir.

Yardımcı personel istihdamındaki açık ta bundan farklı değildir. Adalet Meslek Liseleri ve Adalet Yüksekokulları yargıya gerekli ara kadroyu sağlamada bekleneni verememişlerdir. Bu okullardan mezun olanlar, adliyelerden çok maliye, bankacılık gibi başka sektörlere yönelmişlerdir. Ancak 1990?lı yılların sonundan itibaren ÖSYM sınavları ile personel alımı, ara kadronun hizmet kalitesinde önemli bir yükseliş sağlayabilmiştir. Fakat ara eleman kadrosundaki sayısal eksik hala ağırlığını hissettirmektedir. Üstelik hâkim-savcı dışındaki personelin ağır çalışma koşullarına rağmen kamudaki emsallerinden daha az ücret almaları yargının bir başka önemli sorunudur.

 

 3. YARGININ SORUMLULUĞU:

 

 3.1. Cezanın bireyselleştirilmesi:

 Ceza adalet sisteminin etkinliğini yitirmesinde yargının kendi işleyiş ve yapısından kaynaklanan kurumsal sorunları da önemli rol oynamıştır. Bu nedenle, yaygın suç patlamasından yargının da sorumluluğu bulunduğu gerçeği görmezden gelinemez.

 Cezanın bireyselleştirilmesi sorunu bunlardan en önemlisidir:

 Geçmiş uygulamalarda mahkemelerimiz cezanın bireyselleştirilmesinde gerekli özeni göstermemişler, bu yüzden yargılama ve karar süreçleri mekanikleşmiş, şablon karar uygulaması yaygınlaşmıştır. Hemen bütün olaylarda temel ceza alt sınırdan kurulmuş, cezayı hafifletici nedenlerin uygulanması için sanığın duruşmada ?terbiyeli rolü?  oynaması yeterli görülmüştür. Sanıkların, boylarını geçen sabıka kayıtları ve kabarık suç sicilleri bile çoğu zaman yargıcı alt haddin üzerinde ceza tayinine ikna edememiştir.! Kararların gerekçeli olma zorunluluğu yargıçlarımız için adeta aşılmaz bir sorundur. Hakkaniyete uygun karar ve gerekçe yazmak yerine, alt sınırdan ceza verilip kanundaki deyimler tekrarlanarak, tabiri caiz ise, karar ?kitaba uydurulmuş, Yargıtay bozmasına karşı korunmuştur!?  Yargıtay?dan iş geçirmek ve gerekçe kaygısı, vicdana ve hakkaniyete uygun karar verme kaygısının önüne geçmiştir.

Alt hadden ceza uygulaması bir alt kültür olarak genel kabul görmüş ve suçlular için sürekli kısmi bir affa dönüşmüştür. Yaygın şablon karar uygulaması sayesinde suçlular mahkemece hükmedilecek cezayı, gününe ve kuruşuna kadar tahmin edebilmişler, hatta bazı suçlular cezaevinde ne kadar kalacaklarını hesaplayarak işleyecekleri suçun cinsini ve niteliğini önceden saptamışlar, adeta kendi mahkûmiyet kararlarını kendileri yazmışlardır.

Para cezalarının etkinliği ve caydırıcılığını yitirilmesinde de aynı mekanikleşmiş şablon karar uygulaması önemli rol oynamıştır.  Alt sınırdan hükmedilen, çok sayıda takside bölünen, enflasyonun erozyonuna uğrayan ve ertelenen para cezaları ile ceza adalet sisteminin etkinliği sağlanamamıştır.

Kısa süreli hapis cezasına seçenek yaptırımlardaki uygulama da para cezalarından farklı değildir. Mülga 647 sayılı Yasanın 4/2. maddesinde hapis cezasına seçenek olarak getirilen ve uygulandığında mağdurların adalet beklentilerine yanıt vereceği, suçun oluşturduğu boşluğu önemli ölçüde giderici bir etkisi olacağı düşünülen, ? aynen iade ve tazmin? yaptırımı hemen hiç uygulanmamıştır.  Ama diğer yandan etkisizliği tartışma konusu bile yapılmayacak türden; ?65 yaşındaki kadın hükümlünün eğlence yerlerine gitmekten yasaklanması? cinsinden tedbirler, uygulamadaki ?ciddiyeti ve bireyselleştirmeyi? göstermek açısından ilginçtir.

Bu uygulamalar, asliye ve sulh ceza mahkemelerinin, ceza adalet sistemi içersindeki değer ve etkilerini yitirmelerine de yol açmıştır. Oysa bu mahkemeler suçun kamu güvenliğinde yarattığı boşluğu giderecek asıl yargı mercileridir.

5237 sayılı yeni Türk Ceza Kanunu, cezanın bireyselleştirilmesine özel bir önem ve ağırlık vermiştir. ?Ceza yargıcı suçun işleniş biçimini, suçun işlenmesinde kullanılan araçları, suçun işlendiği zaman ve yeri, suçun konusunun önem ve değerini, meydana gelen zarar veya tehlikenin ağırlığını, failin güttüğü amaç ve saiki göz önünde bulundurarak, işlenen suçun kanuni tanımda öngörülen cezanın alt ve üst sınırı arasında temel cezayı belirleyecektir.?(7)

Yargılama faaliyetinde insan unsurunun ve adalet duygusunun, kamu vicdanının en çok somutlaştığı, yargıç kimliğinin öne çıktığı nokta, karar sürecinde cezanın bireyselleştirilmesidir. Basit anlatımla bireyselleştirme, her suçluya aynı cezayı değil, her suçluya en uygun cezayı vermektir. Cezanın takdirinin hâkime bırakılması, keyfine bırakılması demek değildir.

?Cezanın bireyselleştirilmesi kuralı modern ceza hukukunun temel ilkelerindendir. Bu ilkenin amacı, suçluya uygulanan yaptırımın, ceza hukuku gayelerine ve yaptırımdan beklenen amaca göre suçlu bireye uydurabilmesidir. Diğer bir deyişle, suçlunun kişiliğini, suçu oluşturan ve kişiliğinde saklı bulunan iç etkenleri gözeterek ceza tayinidir.? (8)

Uygulamada Yargıtay?ın eleştiri yüklü bozma kararlarına, hizmet içi eğitim çalışmalarındaki bilgilendirmelere, hatta yargıcı bireyselleştirmeye zorlayıcı yasa değişikliklerine rağmen istenilen sonuç bir türlü alınamamıştır.(9) Aksine, ?temel ceza alt sınırdan kurulur ve sanık lehine olan her yasa maddesi mutlaka uygulanır? gibi, maddi temeli olmayan bir alt kültür, yanlış bir inanç, yaygın bir uygulama, ceza yargılamasına egemen olmuştur. Sanık aleyhine bireyselleştirmeler yok denilecek kadar azdır.

Uygulamadaki bu temel yanlışın nedenleri üzerinde kısaca durmak yararlı olacaktır.

Türkiye?deki hukuk eğitimin yetersizliği şablon karar uygulamasının birinci nedenidir. ?Özünde hukuk normlarının yapılarına, içeriğine ve uygulanmasına ilişkin olan hukuk öğretimi ve eğitimi usul, şekil, teknik ve yöntemsel yönleri bir yana bırakılırsa-özellikle maddi hukuk olarak nitelenen yanıyla toplumsal ilişkilerin ve devlet-vatandaş ilişkilerinin, kısaca insan yaşamının, tüm yönlerini içine alan ve ilgilendiren; bu bağlamda sosyal bilim niteliği taşıyan bir bilim dalıdır.

Sosyal nitelikli normatif bir bilim dalı olan hukuku iyi anlayabilmek, kavramak, kavratmak ve anlatabilmek; iyi öğrenmek ve öğretebilmek için gerek öğrencilerin gerekse öğreticilerin hukuk bilimiyle yakından ilişkili sosyal bilimlerin diğer alanlarında da gerekli ve yeterli bilgilere sahip olmaları gerekir. İyi bir hukukçu yetişmesinde rol oynayan başlıca sosyal bilim alanları Türk dilinin grameri, sözlü ve yazılı anlatım, siyasi tarih, tarih felsefesi, siyaset bilimi, yönetim bilimi, siyasal düşünceler tarihi, iktisat bilimi, iktisadi gelişmeler ve iktisadi düşünceler tarihi, sosyoloji bilimi ve ekolleri, felsefe ve felsefe ekolleri, sosyal antropoloji, davranış psikolojisi, sosyal psikoloji gibi alanlardır.? (10)

Türkiye?de hukuk eğitiminin sadece yukarıdaki temel disiplinlerin verilmesinde bile çok yetersiz olduğu tartışmasızdır.

Yargıç seçimindeki subjektif kıstaslar ve özensizlik, meslek bilincinin gelişmemesi, geliştirilmemsi,  mesleki dayanışma kültürünün ve sivil örgütlülüğün kurumsallaşmaması, Yargıtay?ın not uygulamaları, terfii, tayin ve teftiş sistemindeki olumsuz uygulamalar, güvenliksiz çalışma ve yaşam ortamı, sosyal, entelektüel, kültürel eksiklik, iş yükü ağırlığı, siyasetin ve yürütmenin bazı unsurlarının yargı üzerine uyguladığı doğrudan veya dolaylı baskılar yargıç kimliğinin oluşmasını engelleyen, yargıcı memurlaştıran, şablon karar uygulamasını doğuran ve her biri ayrıntılı inceleme konusu olacak diğer nedenlerdir.

5237 sayılı yeni Türk Ceza Kanununda da cezanın bireyselleştirilmesine özel bir önem ve ağırlık verilmiş olmasına karşılık,  son uygulamalara bakıldığında birkaç münferit karar dışında olumlu bir değişiklik gözlenmemiştir.

Yargıç seçimi, eğitimi ve atanması esaslarında köklü hukuki ve zihni değişiklik olmadan, not sistemi, atama ve terfii yöntemlerinde objektif kıstaslar yaşama geçirilmeden, özellikle de memurlaştırılmış yargıç kimliği aşılmadan hukuka ve adalet duygusuna aykırı, yargıç kimliği ile bağdaşmayan uygulamaların sadece yasa değişiklikleriyle ortadan kalkacağını söylemek gereksiz bir iyimserlik olacaktır.

 

3.2. Cumhuriyet savcılığı kurumu, HSYK ve yargı yönetimi:

?..Ülkemizde savcılık teşkilatının mazisi yenidir. Yeni Ceza muhakemeleri Kanunu savcılığa yeni bir statü kazandırmıştır.. Yeni savcı, soruşturma evresinin tek karar merkezidir. ..Kararları bir hukukçu olarak o alacak; emrindeki adli kolluk uygulayacaktır?Yeni CMK savcı merkezli düzenlenmiştir? Savcı bu evrenin bel kemiğidir... Savcılık iyi çalışmazsa ülkemizde iyi bir ceza muhakemesi yapılabilmesi mümkün değildir... Hemen her şey ona bağlıdır? Artık sadece masa başında çalışan savcı yoktur, yeni CMK?ya göre o da sahaya inecektir? Savcının emrinde artık bir adli kolluk vardır? CMK. nun 164. ve devamı maddelerde adli kolluk kurumu düzenlenmiş ve bunu savcının emrine vermiştir?? (11)

?CMK, soruşturma evresinde Cumhuriyet Savcısını, bu evrenin gerçek anlamda idarecisi konumuna getirmeyi hedeflemiştir. Bu hedef doğrultusunda, Cumhuriyet Savcısını pasifleştiren, soruşturmanın idaresinden uzaklaştıran hukuki sebepleri kendince belirlemiş ve bunları gidermek yolunda hükümler sevk etmiştir. vb..? (12)

Yukarıdaki satırlar değerli öğretim üyelerimizden bazılarının 2006 Yılında yayınlanmış Ceza Muhakemesi Hukuku kitapları ve makalelerinden alınmıştır. Yeni yasanın yürürlüğe girmesinden sonra yazılan bütün hukuk eserlerinde benzer satırlara sıkça rastlanabilir. Hatta bazılarında nitelendirmeler yukarıdakilerle sınırlı kalmamış, savcı için, ?Soruşturmanın kralı, ceza adalet sisteminin imparatoru..vb.? gibi fantastik değerlendirmeler bile yapılmıştır.

Aslında yeni Ceza Muhakemesi Kanununda da savcılık kurumunu düzenleyen normların özeti, yazılıp söylenenlerden farklı değildir. Ancak iki yılı geçen uygulamada bütün bu yasa metinleri ve yazılanlar bir temenni olmaktan öte gidememiştir. Özellikle büyük şehirlerde savcı, odasından çıkmak bir yana, artan iş yükü nedeniyle adeta odasına hapsolmuştur. Suç araştırması ve itham fonksiyonunun birleştirildiği bu sistemde savcının odasından çıkabilmesi için, bu kabarık suç sayısı gözetildiğinde 15-20 bin savcıya gereksinim vardır.(13)

  Üstelik savcı, (İmparator!) en genişi onbeş metrekareden ibaret çalışma odalarını diğer meslektaşlarıyla paylaşmak zorunda bırakılmıştır. Çoğu adliyede üç, dört savcıya bir kâtip düşmektedir.

Savcılıklar mevcut olanaklarını bile doğru kullanma kabiliyetinden yoksundurlar. Çağdaş yönetim teknikleri ve uygulamaları savcılık kurumuna hala çok yabancıdır. Yıllardır görevin gerektirdiği eşgüdüme uygun, hızlı ve sonuca endeksli bir suçüstü nöbeti uygulaması hayata geçirilememiştir. Örneğin Ankara?da saat 20.00 den sonra nöbetçi savcının kurum olanaklarını kullanarak olay mahalline makul bir sürede ulaşması olanaksızdır. Çünkü bu saatten sonra Savcı Dikmen?de, adli tıp uzmanı Balgat?ta, kâtip Eryaman?da tüm bu ekibi olay mahalline götürücek olan resmi araç sürücüsü de Keçiören?deki evinde (hatta bazen Elmadağ İlçesinde) ?suçüstü nöbeti? tutmaktadırlar! Artan araç ve personel sayısına rağmen bu durum yıllardır değişmemiştir. İstanbul ve diğer büyük şehirlerde de benzer bir durumun yaşandığı bilinmektedir. Ayrıca suçüstü nöbetinin getirdiği fazla çalışma ve yorgunluğu giderecek ekonomik,  sosyal hiçbir çözüm üretilmemiştir. Gece 04.00 da cinayet mahallinde inceleme yapan savcı, aynı gün saat 09.00 da duruşma savcısı sıfatıyla başka davaların duruşmalarında hazır bulunmak zorundadır. Üstelik bunlar, kurumun kendi inisiyatifi ve iç idari düzenlemelerle çözebileceği sorunlardır. Fakat özellikle Büyükşehir savcılıklarının dikey iç yapılanmasında, alt ve üst kademeler arasında oluşan iletişimsizlik ve hedeflerde farklılıklar, sorunların çözümünü güçleştirmekte, yeni durumlara uygun pratik çözümler üretilememektedir.  Bakanlığın araştırma ve geliştirme fonksiyonunu üstlenen birimlerinin de bu yaşamsal soruna ilişkin bir öneri ve çözüm arayışında oldukları duyumu alınmamıştır.

Savcılarda uzmanlaşma, ?Herkes her görevi yapmaya ehil ve yetkilidir!? anlayışıyla, basit bir görev dağılımıyla sınırlı tutulmuş,  birikim, eğitim ve kariyer temelli bir işbölümü yapılamamıştır.

Herkesçe bilinen bu gerçekler ve acil ihtiyaca rağmen, büyük şehirlere ?hâkim odaklı? ve ağırlıklı atama uygulaması 2006 yılına kadar(2006 dâhil) sürdürülmüştür. Örneğin, son üç yılda Ankara adliyesinde savcılıktaki iş yükü artışı % 90?a yaklaşırken savcı sayısındaki artış %10 larla sınırlı kalmıştır. Oysa son beş yıllık sürede hâkim sayısındaki artış  % 100?e yakındır.(***) Bunun sonucu olarak, iki üyeli ağır ceza ve ticaret mahkemelerine 5?er üye atanmış, tek hâkimli mahkemelerde yetkiler bölüştürülerek ikişer hâkim görevlendirilmiş, belki de yargıda ilk defa ve Ankara?ya mahsus olmak üzere hakim fazlası ortaya çıkmıştır.

Savcılar için bir diğer önemli mesleki sorun da, hâkimlerle aynı yasal statü ve özlük haklarına sahip olmalarına rağmen, Yargıtay ve diğer yüksek mahkemelere seçilme şanslarının bulunmamasıdır. Bu konuda savcılara negatif ayrımcı bir tutum sergilenmektedir.  Savcılar, yazılı kuralı bulunmayan, ilan edilmemiş bir fiili durumun mağdurudurlar. 1981 yılından beri Yargıtay savcıları ve bazı büyük şehir Cumhuriyet başsavcıları hariç, kariyeri, birikimi, yeteneği, sicili, başarısı ne olursa olsun hiçbir Cumhuriyet savcısı Yargıtay?a üye seçilme şansı bulamamıştır.

Hiçbir yasal dayanağı bulunmayan bu tutum yüzünden hâkim-savcı sayısının yaklaşık üçte birini oluşturan Cumhuriyet savcılarının meslekte temayüz etmeye bağlı bir gelecek beklentileri kalmamıştır. Birçok savcı sınıf değiştirmenin (hâkimliğe geçmenin) yollarını aramış, başaramayanlar, dışlanmışlık duygusunun etkisiyle içe dönük, gelecek ve terfi beklentisi olmayan küskün ?memurlara? dönüşmüşlerdir.

Yeni yasalarda savcının yetkilerinin arttırılmasına karşılık, buna paralel bir işlev ve duyarlılığın gösterilmemesinin öncelikli nedeni,  kurumun dikey yapılanmasındaki kronik iletişimsizlik ve atalet, ikincisi de atama merciinin, savcılık kurumu aleyhine uyguladığı negatif ayrımcı tutumdur. Yeni Ceza Muhakemesi Kanununun savcılık kurumuna tek somut yansıması, savcının iş yükü ve sorumluluğunu en az bir kat daha arttırması olmuştur. Yasa ve doktrinin öngördükleri bir yana, savcı büyük şehirlerde henüz odasından çıkamamış, çıkarılmamıştır.

Büyükşehir başsavcılıkları lojistik ve personel desteği görmedikleri, başsavcılarla, savcıların beklentilerinin farklılaştığı, kurum içinde dikey ve yatay iletişimsizlik aşılamadığı için yeni Ceza Muhakemeleri Yasasının gerektirdiği aktif yönetime ayak uydurmakta zorlanmışlar, hatta direnç göstermişlerdir.

Bu sonuç, ?Türkiye Cumhuriyeti Başsavcılığı? kurumuna olan ihtiyacı bir kez daha ortaya çıkarmıştır.

 Asıl üzerinde önemle durulması gereken bir konu da; ülkemizde savcılık kurumunun ceza adalet sistemi içersindeki kısa tarihi serüveninde başlangıçtan beri genel bir kabul görmemiş olmasıdır! Özetle; Başlangıçtan beri savcılık kurumu etkin olamamış ve hatta sistemin en çok tartışılan kurumu olmuştur. Yasalardaki ?işlevsel savcı? ile uygulamadaki ?evrak memuru savcı? arasındaki uyumsuzluk bir türlü giderilememiştir. Kurum, bazı dönemlerde yasal düzenlemelerle güçlendirilmeye çalışılmış, fakat bunun ancak sağlam bir alt yapı temeli üzerinde başarılabileceği gerçeği hep göz ardı edilmiştir. İyi niyetli çabalara rağmen olay mahalline damalı taksi veya köy minibüsü ile ulaşmaya çalışan savcı imajında bir değişiklik olmamıştır. Yasal yetki ve sorumluluklar artsa da, imaj değişmeyince ceza siyasetinin kolluk unsurları doğal olarak, damalı taksi ile göreve giden, hükümet konaklarının zeminine sıkıştırılmış adliyelerdeki odalarını başka meslektaşlarıyla paylaşmak zorunda kalan, evrak yığınları arasında kaybolmuş savcıyı küçümsemiş, ?adli amir? olarak kabul etmemiş, savcı bir yana, başsavcıdan bile tezkiye almayı onursuzluk olarak nitelendirebilmiştir!

Yürütme erkine bağlı bürokrasi unsurları da, genelde yargının, özelde savcılık kurumunun kökleşmesine, kurumsallaşmasına açık veya gizli engel olmuşlardır.  Hukuk devleti, yargı bağımsızlığı konularında atılan sınırlı adımlar, çalışma koşulları ve özellikle mali haklara ilişkin kısmi iyileştirmelere en ciddi engelleme ve tepkiler bu çevrelerden gelmiştir. İdari bürokrasi, işlevi gereği siyaset kurumuna olan yakınlık ve ilişkilerini de kullanarak yargıyı her düzeyde baskılamayı bir alışkanlık edinmiştir.

Son kırk yıldır asayiş sorunlarının ülkenin bir numaralı sorunu olması kolluk ve idari unsurları(mülki idare) öne çıkarmış, bu unsurlar kamuoyuyla ve basınla kurdukları doğrudan ilişki üzerinden yargıyı devre dışı bırakıp, her fırsatta kendilerini asıl soruşturmacı gibi sunmuşlardır.

 Devletin eğitim ve öğretim sisteminde bile, temel hukuk bilgisine, kuvvetler ayrılığına, bağımsız yargıya yeterince yer verilmemiş, devlet yapılanması sadece ?yürütmeden ibaret? gibi gösterilmiştir.

 Hukuk devleti, hukukun üstünlüğü, yargı bağımsızlığı, yargıç güvencesi gibi çağdaş demokrasinin vazgeçilmezleri devletin bürokratik yapılanmasının bilincine yerleştirilemediği gibi, yurttaş bilincinde kalıcılaşamamıştır. Monarşik bir miras olan güçlerin birliği ve yargıyı yürütmenin bir fonksiyonu görme alışkanlığı, yurttaşların ortak bilincinden silinmemiş, aksine, çarpık eğitim ve yönlendirmelerle kalıcılaştırılmaya çalışılmıştır. Hatta bu çarpık bilinç bazı yargı unsurlarınca da benimsenmiş, ?idare ile iyi geçinmek? (aslında idareye itaat etmek!) bir düstur olarak bazı denetim unsurlarının açık ya da özel tavsiyelerinde yer almıştır. İdari bürokrasi ile anlaşmazlığa düşen yargıç ve savcı, hukuken haklı bile olsa önce kendi kurumlarından koruma görememiştir. Bu fiili gerçekliğe karşılık, etkili bir yargıdan korkanlar yargıç ve savcıları büyük bir dokunulmazlık zırhının arkasındaymış gibi kamuoyuna sunma becerisini gösterebilmişlerdir.

Özetlemek gerekirse; Yürütmenin siyasi ve bürokratik bütün unsurlarının iktidar kavramına yaklaşımlarındaki geleneksel, tekilci biçimleniş ve anlayış değişmemiştir. Demokrasinin, yargı bağımsızlığının ve hukuk devletinin bu coğrafyada çektiği bütün sancılardan genelde yargı, özelde savcılık kurumu doğrudan etkilenmiştir.

Sistemin özellikle savcılık boyutunda ortaya çıkan bu tablonun sorumluluğu sadece yasama ve yürütmeye ait değildir. Çünkü Yargı da bu baskılara gerekli demokratik direnci göstermemiştir. ?Bilinmelidir ki baskı, ona en açık olana yapılır.?(14)

Bütün bu somut gerçekler ortada dururken savcının mahkeme salonunda duracağı yerin metrik ölçümü, savcılık kurumunun adliye binalarının dışına çıkarılması gibi konuların gündeme getirilip hararetle tartışılması, eğer bir bilgi eksikliği ve iyi niyetten kaynaklanmıyorsa, gerçek sorunun saptırılması, gizlenmesinden başka bir şey değildir. Savcının ?soruşturmanın belkemiği, odağı, soruşturma evresinin tek karar merkezi, kralı, imparatoru! vb.? olması isteniyor (Kaldı ki savcılar sadece ?Cumhuriyetin Savcısı? olabilmeyi istiyor ve hedefliyorlar) ve bütün bunlar vatandaşın adil yargılanma hakkının vazgeçilmezleri olarak görülüyorsa savcının kürsüde veya zeminde, adliye binasının içinde veya dışında olması da sorun değildir. Kuruma işlevsellik kazandırılırsa fiziki yerinin pek bir önemi kalmayacak, vatandaşların adil yargılanma haklarının yaşama geçirilmesi yönünde en önemli adım atılmış olacaktır. Öyleyse bu tercih yapılmalı, öncelikle savcının değil, kurumun nerede duracağına bir karar verilmelidir.

 Yargı Reformu yapma iddiasındaki siyaset kurumunun savcılık kurumuna ilişkin beklentileri ve yasa ile yeni bir işlev yükleme gayretleri sadece kanun değişiklikleri ile sınırlı kalmamalıdır. Öncelikle bakış açısı değişmeli, sonra da etkili bir kurum için gereken her türlü maddi alt yapı oluşturulmalıdır. Çünkü ?imparatorluk, krallık, taht ve taç ile olur.? (taht ve tacı, her türlü altyapı diye okuyabilirsiniz!) Bir oda, bir masa ile evrak havale memurluğundan öteye gidilemez. (şimdiye kadar olduğu gibi) Asıl yargı reformuna, tutukluların bile klimalı özel araçlarla taşındığı ülkemizde savcıyı cinayet mahalline damalı taksi ile gitmekten ve evrak yığınları arasında boğulmaktan kurtarmakla başlanabilir.

 

3.3. Ceza adalet sistemi ve savunma:

1992 Yılından sonra yapılan köklü düzenlemeler ve yeni CMK ile savunma makamının soruşturmanın her aşamasında rol alması ve zorunlu müdafilik kurumu, işkence ve kötü muamele iddialarını azaltmıştır. Avukatların ceza adaleti sisteminin her aşamasında etkili biçimde yer almaları, gereksiz dava açılmasını önleyecek, maddi gerçeğe ulaşılmasını kolaylaştıracak, mahkemelerin kararlarındaki isabet oranını da olumlu etkileyecektir. Ancak geçmişte ceza mahkûmiyetlerinin etkisizliği, infaz kabiliyetlerinin olmaması,  yargının üçayağından biri olan savunma kurumunun da aleyhine sonuçlar doğurmuştur. Ceza davasının tarafları tutuklu ve tazminat boyutu olan davalar hariç, avukat tutmama eğilimine girmişlerdir. Tahmin edileceği gibi bunun da nedeni, şablon karar uygulaması, yani davaların sonucunun az çok tahmin edilebilir olmasıdır. Bir kısım avukat meslektaşımız da ?nasıl olsa hâkim en hafif cezayı verecektir!? inancıyla sistem içersindeki aktif rollerini bırakmışlar, beylik usuli işlemleri yerine getirmekle yetinir olmuşlardır. Özellikle zorunlu müdafilik uygulamasında bu duruma sıkça rastlanmaktadır. Yeni dönemde de bu sorunların bazıları hayatiyetini sürdürmektedir. Hatta sorunlara yenileri de eklenmiştir. Örneğin;  ?nasıl olsa devlet avukat tayin ediyor? düşüncesiyle şimdi de avukat tutmama eğilimi ortaya çıkmıştır. Avukatlık sınavlarının bazı özel eğitim kurumlarının lobi faaliyetleri sonucu kaldırılması, bu mesleğe yapılmış en büyük darbedir. Zorunlu müdafilik ücretlerinin yetersizliği ve ödenme biçimine ilişkin sorunlar ayrı bir inceleme konusu olacak kadar ayrıntılıdır. Yargının üçayağından biri olan savunmanın bağımsızlığı ve güçlendirilmesi, hizmet kalitesinin yükseltilmesi yargının öncelikli bir sorundur.

 

            3.4. Koşullu salıverilme, infazın bireyselleştirilmesi, yargı-infaz ilişkileri: 

Yukarıda (3.4) başlığında son kırk yıllık süreçte hükümetlerin cezaevi ve infaz politikaları bütün yönleriyle sergilenmeye çalışılmıştır. Ancak kurum olarak yargının da ceza adalet sisteminin infaza ilişkin görevlerini layıkıyla yerine getirdiği söylenemez. Her şeyden önce yargı, hem savcılık, hem de mahkemeler boyutuyla infaz hizmetlerine ilişkin görevlerini yeterince içselleştirememiştir. Aksine bu görevleri ifadan kaçınan ve küçümseyen, verilen cezaların etkinliğini denetlemeyen bir tutum izlemiştir.

 Cezaevleri gözetim ve denetiminde İkibinli yıllara kadar gerekli inisiyatif gösterilememiş, kurumlar uzun bir süre suçlu eğitim okulu gibi işlev görmüşlerdir.

Ceza adalet sistemi içersinde yer alan infazın bir alt türevi olan koşullu salıverme kurumu da ceza adalet sistemi içersindeki sapma ve bozulmadan yeterince pay almıştır. Af gibi politik müdahaleler kurumun yozlaşmasında ve sapmasında asıl nedeni oluşturmasına karşılık, yargının hatalı uygulamaları da bu sürece olumsuz katkı yapmıştır. Mehmet Ali Ağca, Haluk Kırcı ve bilinen bazı organize suç örgütü elebaşlarının ?iyi halden? erken ve yanlış tahliyelerinin kamuoyunda yarattığı tepki hala belleklerdedir.

Hapis cezası hükümlüsü bu haktan ancak iyileştirme önlemlerine uyum göstermesi, salıverildiğinde yeniden suç işleme eğiliminin ortadan kalkması gibi, kişisel durumunun bilimsel değerlendirme sonuçlarına göre hiçbir şüpheye yer vermeyecek biçimde saptanması halinde yararlanabilmelidir. Bu değerlendirmeyi yapacak kurul ve kişilerin işe alınma ve görevlendirilmelerinde bilimsel ve mesleki yeterlilikleri objektif kıstaslara göre saptanmalıdır.  Tahliye kararını verecek olan mahkemeler, bu kurulların değerlendirmelerinden emin olmalı, kararların yerindeliğini de denetlemelidirler.

 Oysa yakın geçmişte, hüküm aşamasında cezanın bireyselleştirilmesindeki başarısızlık, cezanın infazında da tekrarlanmıştır. Mülga 647 sayılı İnfaz Yasası gereğince cezaevleri bünyelerinde oluşturulan kurullar formaliteyi tamamlayan birer organ olmaktan öteye gidememişler, ne yazık ki mahkemeler de tahliye kararlarını bu kurulların sübjektif değerlendirme ve bilgilendirmelerine göre vermişlerdir. Sonuçta adeta her hükümlü ıslah olup olmadığına bakılmaksızın koşullu salıvermeden yararlanmıştır.

Etkin bir infaz rejimi için yararlı olacağı varsayılan infaz hâkimliği kurumu da bekleneni verememiş, sorunların çözümünde yararlı olmamıştır. Bu kurum da cezaevi idaresince verilen her kararın otomatik tasdik mercii işlevine bürünmüştür.

 

 4. SONUÇ: SUÇ PATLAMASI, SADECE YARGININ DEĞİL, HERKESİN SORUNUDUR!

 

 Yakın tarihimizde ceza adalet sistemi gündelik, gelir, geçer uygulamalarla ciddi bir çıkmaza sürüklenmiştir. Devletin son yarım yüzyılda istikrarlı, sürekli, belirlenmiş hedefleri olan, maliyeti ve sonuçları sayısal değerlerle ifade edilebilen bir ceza adalet politikası olmamıştır.

Ceza adalet sistemi, başta TBMM, hükümet, yargı, kolluk, infaz ve diğer güvenlik birimlerini de içeren sosyo-ekonomik politikalarla desteklenen, sosyal ve mali boyutu ölçümlenebilen, birimler arasında pozitif iletişimi ve hedefte birliği amaçlayan, birbirini lojistik ve moral olarak destekleyen politikalara gereksinim duymaktadır. Bu bağlamda suçla mücadelenin ortak hedefleri ve maliyeti açıklanmalı, hedeflere ulaşmak için ilgili kurumların birbirleriyle ahenkli bir faaliyet içersinde olmalarını sağlayacak yasal ve fizik koşullar sağlanmalı, süreç içersinde saptanan hedeflere ulaşmadaki başarı ve başarısızlıklardan kamuoyu matematiksel olarak bilgilendirilmelidir.

Suç işlendikten sonra müdahaleyi esas alan güvenlik politikaları terk edilerek suçla mücadelede halkın katkısını esas alan, suça ilişkin tüm problemleri tespit eden ve çözümleyen sosyal stratejilere ağırlık verilmeli, kolluğun haber alma ve koruyucu güvenlik yapıları siyasi önyargılardan arındırılarak eğitim ve personel açısından ciddi bir reforma tabi tutulmalıdır.

İyi yasalar yapmak sorunu çözmez. İyi yasaların kötü uygulayıcılar elinde nasıl işe yaramaz hale geldiğini tarih ve uygulama bize göstermiştir. Ancak toplum güvenliğinin etkin bir biçimde yerine getirilmesinde yasaların önemi de yadsınamaz. Yasalar yapılırken ihtiyaçların birikmesi beklenmeden, yerel gereksinmeleri esas alan, evrensel adalet ilkeleri ile bütünleşmiş, dinamik, işlevsel bir yasalar manzumesi oluşturulmalıdır. Yasal düzenlemeler toplumun ihtiyaçlarının gerisinde kalmamalıdır. Bu meyanda, ?Yeni TCK ve CMK?nun uygulamacıların elinde Türkiye?yi 21. yüzyıla başarıyla taşıyıp taşıyamayacağı ilerleyen zaman içerisinde görülecektir. Her kanun gibi bu Kanunların da asıl yazarları, onu uygulayanlar olacaktır.?(15)

Suçu önleyici toplumsal ve ekonomik yöntemler geliştirmek ve uygulamak, yargılama sonrası cezanın yerine getirilmesinde, cezadan beklenen caydırıcılığı ve ıslahı sağlayacak ortamı hazırlamak ve yönetmek öncelikle yasamanın ve yürütmenin görevidir.

?Bir ülkenin kalkınması ekonomik göstergelerle belirlenmekte ise de, gerçek bir kalkınma krimonolojik göstergelerinde olumlu bir tablo (suçluluğun kontrol altında olması)sergilenmesiyle mümkün olacaktır? Bu bağlamda halkın samimi dileği ekonomik kalkınmanın sağlandığı ve suçların asgari düzeyde olduğu güvenli bir toplum görmektir?(16)

Yeni yasa uygulamaları, önümüzdeki beş yıl içersinde cezaevi nüfusunda da önemli bir patlamaya yol açacaktır. Gerekli planlamalar yapılmaz ve kapasite artırımı sağlanmazsa cezaevlerinin kısa sürede yeniden birer suçlu eğitim merkezlerine dönüşmesi işten bile değildir. Buna karşı kısa ve uzun vadeli önlemler şimdiden yaşama geçirilmelidir.

Ceza infaz kurumlarında sağlanan güvenli ortamın kalıcı olabilmesi için iyileştirici ve cezanın caydırıcılığına yönelik uygulamalar, af ve benzeri siyasi kararlarla kesintiye uğratılmamalıdır. Kapasite artırımı ile birlikte dinamik infaz politikaları sürdürülmelidir.

Diğer yandan Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesinin Üye Devletlere, Cezaevinin Aşırı Kalabalıklaşması ve Cezaevi Mevcudu Enflasyonu Hakkındaki R(99)22 Sayılı Tavsiye Kararında belirtilen tavsiyeler hayata geçirilmeli, cezaevlerindeki şişkinlik bu tavsiyeler muvacehesinde giderilmelidir.

Suça karşı geliştirilecek sosyal ve ekonomik önlemler, sosyal stratejiler en az ceza siyaseti kadar etkili ve önemlidir. Suç öncesi polisiye önlemlerin alınması ve uygulaması da yürütmenin asli görevleri içersindedir.

Her gün yeni bir çete olayı ortaya çıkarken, yine her tür şiddet olayı almış başını giderken, şiddet ilköğretime bile sıçramışken, bu gidişi engelleyebilecek en temel kurumlardan biri, hiç kuşkusuz yargı organıdır. Yargı, devletin toplumsal savunma refleksinin oluşma sürecinde, ceza adalet sistemi zincirinde son etkin halkadır. Her ne kadar yargı anayasal görevinin yerine getirilmesi sırasında göreceli olarak bağımsız ve güvenceli bir görüntü verse de yargısal etkinliğin sağlanmasında hükümetlerin ceza siyasetlerinin ve sistem içindeki ilgili kurumlar arasında tam bir anlam ve hedef birliğinin, eşgüdümün, hukukun üstünlüğüne ve yargı bağımsızlığına olan inancın egemen kılınması zorunludur.

Adil yargılanma hakkının, yargı bağımsızlığı ve yargıç güvencesinin gerçek teminatının yargıç ve savcıların kendi sivil mesleki örgütlerini serbestçe oluşturabilmeleri gerçeğinden ve bu keyfiyetin ülkemizin taraf olduğu uluslar arası bazı antlaşmalarla ve iç hukuk düzenlemeleriyle de teminat altına alındığı gözetildiğinde yürütmenin yargıç ve savcıların sivil örgütlenmelerine yönelik baskıları sonlandırılmalıdır.

Adalet bir lüks değildir ve fedakârlık temeli üzerinde yükselemez. Bu nedenle yargının, nitelikli eleman, yeterli kadro, personel ve lojistik gereksinmeleri ivedilikle çözümlenmelidir.

Hukukçuluk her boyutuyla entelektüel birikimi gerektirir. Bu birikim ancak artık zamanlarda edinilebilir. Ağır iş yükü baskısı altındaki hâkim ve savcıların bu birikime sahip olmalarını beklemek insaf ölçüsüyle bağdaşmaz. Yargı artık kronikleşen bu baskıdan bir an önce kurtarılmalıdır.

Devletin her üç temel erkinin de asli işlevi devletin ve sistemin bekasını sağlamaktır. Bu gerçekten hareketle erkler arasında lüzumsuz bir üstünlük yarışı yerine olumlu bir eşgüdümün devletin ve vatandaşların demokratik beklentileri yararına olacağı tartışmasızdır. Bu bağlam da idarenin ve onun bürokratik unsurlarının yargıyı baskılamaya yönelik düşünce ve eylemlerine son verecek yasal ve idari önlemler alınmalı, yargı kararları mutlaka uygulanmalıdır.

Bağımsız yargı lafta kalmamalıdır. Yargının bağımsız olması fikri önce yargı tarafından kabul görmeli, bu inanç her türlü idari tasarrufa somut olarak yansımalıdır. HSYK kararlarına karşı etkili başvuru yolunun açılması ve kurulun yapısının demokratikleştirilmesi, temsilde adalet ilkesine uygun yeni bir yapının oluşması çalışmalarını bizzat HSYK?nin yargı kanadı tetiklemelidir.

Yargı bağımsızlığı sorununun yüksek mahkemelerden çok, ilk derece mahkemeleri ve bu mahkemelerin yargıçlarını etkilediği gözetilerek, bu konudaki söylem ve eylemlerin yönü ilk derece mahkemelere çevrilmeli, yargı bağımsızlığı yargıya karşı da savunulmalıdır.

 Yargının tek yönetim organı, atama ve görevlendirmelerinde gündelik ve kişiye özel tercihler yerine, somut ve ölçümlenebilir yöntemleri yürürlüğe koymalı, çalışmalarını stratejik planlama temelinde kısa ve uzun vadeli kurumsal hedefler koyarak yürütmelidir.

Atama ve üye seçimlerinde savcılık kurumu aleyhine ve yasal dayanağı bulunmayan negatif ayırımcı tutum terk edilmelidir.

Yargı, kurum olarak kendi içindeki suç oluşumlarının üzerine de kararlılıkla gitmeli, adalet kurumuna olan saygı ve güvenin azalmasına müsamaha etmemelidir.

Yargı, Anayasal yetkilerini yerinde ve sonuna kadar kullanmalı, sadece talep eden konumda olmamalıdır. 1982 Anayasasının bütün olumsuzluklarına karşın yargının kendisini yönetimde bilimsel ve hukuki temeli olmayan spekülatif kaygı ve yaklaşımlardan arındırması için başka kurumların desteğine ve yasal düzenlemelere gereksinimi yoktur. Bugün yaşanan olumsuzlukların kökeninde de, yargıç kimliğinin erozyona uğramasına bağlı bir ilke ve inanç sorunu olduğu açıktır.

Özetle; Ülke çapında yaşanan suç patlaması aslında bir neden değil, sonuçtur. Temelinde de siyasal ve toplumsal nedenlerin bulunduğu çok açıktır. Sorun sadece yargının değil, tüm toplumun ve devletin ortak sorunudur. Suçla mücadelede vatandaşın da katılımı sağlanmadan sonuç alınması güçtür. Demokratikleşme, açıklık ve refahın yaygınlaştırılması bu mücadelede önemli başlıklardır. Erkler arasında denge sağlanması, eşgüdüm, ortak bir mücadele ve program temelinde birleşme de ancak sağlıklı işleyen katılımcı bir demokrasi ve ile mümkündür. Hukukun üstünlüğü, yargı bağımsızlığı ve yargıç teminatı da demokrasinin ve hukuk devletinin vazgeçilmezlerindendir. 

 

 

      --------------------------------------------------------------------------------

(*)    Yargıtay Cumhuriyet Savcısı, YARSAV Yönetim Kurulu Başkan Yardımcısı

(**)   Eşitler arasında birinci

(***) Ankara Cumhuriyet Başsavcılığına 2004 yılında gelen yaklaşık iş sayısı 120 000, 2005 yılında 170 000, 2006 yılında ise 230 000?dir

  Bu makale, Ankara Barosu Dergisi Yıl 65, Sayı: 3, Yaz 2007 sahife 80-95 te yayınlanmıştır.

 

KAYNAKÇA:

(1) 1 Temmuz 2007 tarihli Basından.

(2) T.C. Anayasası, Madde 9.

(3) ?Emekli Korgeneral Altay Tokat-Hâkimleri hizaya getirmek için bir iki bomba attırdım-?

      A.Keskin.   Radikal Gazetesi. 28.07.2006

(4) (Beccaria) F. Erem. T. Ceza Hukuku. Genel Hükümler Cilt 2, S:415 Sevinç Mat. Ank.1971

(5) F. Erem. T. Ceza Hukuku. Genel Hükümler Cilt 2, sahife 415 Sevinç Mat. Ank. 1971

(6) M.Tören Yücel. Türk Ceza Siyaseti ve Krimonolojisi,  4. Bası, Sahife: 269, TBB yayını.

(7)  5237 s.TCK.  Madde 61.

(8) Y.C.G.K.K. 01.02.1988. 1-515/11

(9) 765 S. TCK.nun 29. maddesinde 21.11.1990 tarih ve 3679 Sayılı Kanun 2. maddesi ile

      yapılan değişiklik)

(10)C. Atay. Hukuk Öğretimi ve Hukukçu Eğitimine Bakış Sorunlar Ve Çözüm Önerileri

      www.barobirlik.org.tr/yayınlar/makaleler

(11) B. Öztürk- M. R. Erdem. Uygulamalı Ceza Muhakemesi Hukuku. Seçkin Y. 9.Baskı. 2006

        Ankara

(12) M. Feyzioğlu. CMK hakkında bazı tespit ve değerlendirmeler(Makale)

(13) Bk. M. Bedri Eryılmaz.Ceza Muhakemesi Kanunu ve Adli Kolluk. Ankara Barosu Dergisi Sayı 1. Kış 2007

(14) Ali Sirmen. Cumhuriyet Gazetesi. 16.06.2007)

(15) M. Feyzioğlu. CMK hakkında bazı tespit ve değerlendirmeler(Makale)

(16) M.Tören Yücel. Türk Ceza Siyaseti ve Krimonolojisi,  4. Bası, sahife:400, TBB yayını.